Yaşamda Başarı Göstermenin 10 Altın Kuralı

Yaşamda başarı göstermenin 10 altın kuralının şunlar olduğunu düşünüyorum:

1. Başaracağınıza inanırsanız, başarabilirsiniz; başaramayacağınıza inanırsanız haklı çıkarsınız.

2. Başaracağına inananlar fırsatları, başaramayacağına inananlar engelleri görürler.

3. Fırsatlar, genelde karşınıza çıkmazlar, bunları siz yaratırsınız.

4. Engeller, gözünüzü hedeften ayırdığınız zaman gördüklerinizdir.

5. Başarıya giden kestirme bir yol yoktur. Kestirme bir yol arayışı, sizi başarısızlığa götürür. “B”aşarının, “ç”alışmanın öncesinde yer aldığı tek yer sözlüktür.

6. İnsanlar önünüze taş koymuş olabilirler; bunlardan duvar mı yaparsınız, köprü mü, bu size kalmış.

7. Yenildiğiniz an, yenilgiyi kabul ettiğiniz andır.

8. Başarınız, büyük ölçüde, başarısızlıklarınızla nasıl baş ettiğinize bağlıdır.

9. Yaptığınız yanlışlar bir “öğrenme yaşantısı” olmuşsa, artık yanlış olmaktan çıkmıştır. Ders çıkarabilmişseniz, başarısızlıklarınız bile bir başarıya dönüşmüş demektir.

10. Herkesin izinden giderseniz, kendiniz bir iz bırakamazsınız. Geride bir iz bırakmak istiyorsanız, kendinize yeni bir yol çizin. Sıradan olursanız, sürüden olursunuz; özel bir başarı göstermemiş olursunuz.

Duyarsız ve Topluma Karşı (Antisosyal) Kişilik Bozukluğu

Duyarsız ve topluma karşı (antisosyal) kişilik bozukluğunu nasıl tanıyabilirsiniz ve bu kişilerle nasıl baş edebilirsiniz?..Duyarsız kişilik bozukluğu, toplumsal değerleri hiçe saymanın yanı sıra başkalarının haklarını da yok sayan kişilik özelliklerinin olduğu bir kişilik yapılanmasıdır. “Psikopat” ya da “sosyopat” olarak da adlandırılabilen bu kişilik yapısının aşağıdaki özellikleri vardır:

• Toplumsal değerleri önemsemezler, yanlışı ya da doğruyu tanımazlar.

• Başkalarının haklarını ve duygularını göz önünde bulundurmazlar.

• Herhangi olumsuz bir davranışları için pişmanlık ya da suçluluk duymazlar.

• İstediklerini elde edebilmek için başkalarını kullanmaya, onlarını ellerinde oynatmaya çalışırlar.

• İnsanlara karşı duyarsız ve kaba davranma eğilimi gösterirler.Bu kişilik bozukluğunun göstergesi olan başka birtakım belirtiler daha vardır. Ancak bu belirtilerden herhangi biri, tek başına, böyle bir kişilik bozukluğu olduğunu göstermez. Bunlar, gözden kaçırılmaması gereken belirtilerdir. Bu kişilik bozukluğunu düşündüren başlıca belirtiler şunlardır:

• Başkalarından yararlanmak, başkalarını kullanmak, insanları sömürmek ve insanları parmağında oynatmak için sürekli yalan söylerler, insanları kandırmaya ya da aldatmaya sürekli bir eğilim gösterirler.

• Geçmişte yaptıkları yanlışlardan, hiçbir zaman bir ders çıkarmazlar.

• Başkalarına karşı, saygısız, kaba ve duyarsız davranırlar. Ancak, istediklerini elde etmek istedikleri zaman, insanlara “tatlı ve sevimli” davrandıkları ve alttan aldıkları da olur.

• Kendini beğenmiş bir tutum içindedirler ve düşüncelerini hiçbir zaman değiştirme gereği duymazlar. • Giriştikleri eylemlerin olası olumsuz sonuçlarını öngöremezler.

• Dürtüsel kararlar verirler, günübirlik yaşarlar ve gelecek için genelde bir tasarıları yoktur.

• İstekleri hemen gerçekleşsin isterler, hemen bir doyum bulmak isterler ve beklemeye gelemezler, hiç sabırları yoktur.

• Sakınmaksızın davranırlar; giriştikleri eylemlerde, gerekli güvenlik önlemlerini almazlar. • Başkalarının haklarını görmezden gelirler ve başkalarının gözünü korkutmaya çalışırlar.

• İkili ilişkilerinde sömürgen olurlar ve ilişkilerini uzun bir süre, düzgün bir biçimde sürdüremezler.

• Ancak aşırı uçlarda doyum bulabilirler. Tehlikeli sporlara ya da etkinliklere özellikle ilgi duyarlar.

• Başkalarını incittikleri ya da kırdıkları durumlar için bir pişmanlık ya da suçluluk duymazlar, insanlara zarar verdikleri için “vicdan azabı” çekmezler. İnsanlarla eşduyum (empati) yapmazlar.

• Sözleri ve davranışlarıyla saldırgan olabilirler. Öfkelerini denetim altında tutmakta büyük güçlük çekerler.

• Davranışlarının sonuçları ve yaşadıkları sorunlar için hep başkalarını suçlarlar.

• Yükümlülüklerini yerine getirmezler. Genelde sorumsuz davranırlar.

• Toplumsal kuralları tanımak istemezler. Aşırı alkol ya da uyuşturucu-uyarıcı madde kullanma eğilimleri vardır.

• Yasalara aykırı davranışları olur, çevreye zarar verebilirler.Bu kişilik yapısı, erkeklerin yaklaşık % 3’ünde, kadınların ise yaklaşık % 1’inde görülür. Kimilerinde 15 yaşından önce bile birtakım belirtileri görülebilir. Cezaevlerindeki erkeklerin % 80’inin, kadınların ise % 65’inin böyle bir kişilik bozukluğu vardır. Birçok üst düzeyde yöneticide de benzer kişilik özellikleri görülebilir.Ancak, duyarsız kişilik yapısı olan herkes, bir biçimde şiddete başvuracak ya da saldırgan davranacak demek değildir. Büyük suçlar işleyen herkes topluma karşı olmadığı gibi, topluma karşı kişilik özellikleri olan herkes de suç işleyecek demek değildir. Bu kişilik bozukluğunun genelde kalıtımsal bir altyapısı vardır. Tümüyle tedavi edilemese bile, birtakım önlemler alınarak, bu kişilerin de, yükümlülüklerini oldukça iyi bir biçimde yerine getirmeleri, oldukça mutlu ve doyumlu bir yaşam sürmeleri sağlanabilir. Bu kişilik bozukluğunun belirtilerinin en yoğun yaşandığı yıllar 25’le 45 yaşları arasıdır. Kırk beş yaşından sonra belirtilerde bir ölçüde düzelme olur. Bu gibi insanlarla etkileşimlerinizde yapmanız ve yapmamanız gerekenler şunlardır:

• Bu insanları düzeltmeye çalışmayın, başaramazsınız.

• Aranıza sınır koymaya çalışın, çünkü kendinizi korumanız gerekir.

• Çevrenize görünmez bir duvar örün, içeri girmelerine izin vermeyin; kendinize güvenli bir alan tanımlayın.

• Gerçek duygularınızı göstermemeye çalışın, onların yanında hep “poker yüzü”nüzü takının. Çünkü, yaşadığınız bütün içten duygularınızı size karşı kullanmaya kalkışabilirler.

• Güçsüz olduğunuz yanlarınızı onlara göstermeyin.

• Herhangi kişisel bir bilginizi ya da tasarılarınızı onlarla paylaşmayın.

• Etkileşimde bulunmak durumunda kaldığınızda, konuşmayı daha çok onların üzerine çekmeye çalışın.

• Söylediklerine pek inanmayın. İnandırıcı bir biçimde yalan söylüyor olabilirler.

• Kendinizi, daha alttaymış ya da borçluymuş gibi bir konuma ya da öyle bir duruma sokmayın. Bu kişilerin terapistleri, bu kişilerin yaşadıkları dünyayı nasıl algıladıkları, kendilerinin önemi ve kendilerine biçtikleri değer ile ilgili algıları üzerinde dururlar. Dünyaya ve kendilerine bakış açılarının istendik sonuçlar vermediğine ilişkin çıkarımlar yapmalarına, dolayısıyla bakış açılarını, tutum ve davranışlarını değiştirmelerinin daha iyi olacağını görmelerine yardımcı olmaya çalışırlar…

Yaşamın Anlamı Nedir ?

Hepimiz, yaşamın ne gibi bir anlam taşıdığını, bu dünyada ne gibi bir amacımızın olduğunu anlamak isteriz ve birçoğumuz, yaşamın, yaşamaya değer olup olmadığını sık sık sorgularız. Ancak, “Neden böyle bir anlamının olmasına gereksiniyoruz?.. Bu anlam bizi nasıl etkileyecek?..” sorularını pek kendi kendimize sormayız. Bu konuda, Joseph Campbell, “Yaşamın kendi başına bir anlamı yoktur. Her birimizin yaşama yüklediği bir anlam vardır. Dolayısıyla, sorunun yanıtı kendiniz olduğunuz için, ayrıca böyle bir soru sormaya gerek yoktur” demiştir. Varoluşçu yaklaşım da, yaşamda genel geçer bir anlam bulmaktansa, her insanın kendi anlamını kendisinin bulduğunu öne sürer. Çağdaş psikoloji bakış açısıyla da yaşamın genel anlamı artık sorgulanmamaktadır. Bütün psikiyatristler ve psikologlar, herkesin, kendisi için bir anlam kurguladığını kabul ederler. Ayrıca, yaşama özel anlamlar yükleyenlerin gönendiklerini ve kendilerini geliştirdiklerini, yaşama bir anlam yükleyemeyenlerin ise acı çektiklerini söylerler. Dolayısıyla, bu anlamı artırmak için neler yapılması, böyle bir anlam yükleyebilmek için ne gibi kaynaklar bulunması gerektiği üzerinde dururlar. Nazi toplama kamplarında kalmış olan, ünlü psikiyatrist Viktor Frankl, “İnsanın özgürlük alanlarının, biri dışında, hepsi elinden alınabilir. İnsanın elinden alınamayacak tek özgürlüğü, hangi durumda nasıl bir tutum alacağını seçme özgürlüğüdür” demiştir.
Frankl’ın genel yaklaşımının üç ana öğesi vardır:

1. Her bireyin sağlıklı bir “öz”ü vardır.

2. Her bireyin, bu sağlıklı öz’ünü “kullanmak” için içsel birtakım kaynakları vardır.

3. Yaşam, herkese, bireysel bir amaç ve anlam bulma fırsatları sunar; ancak yaşamın, hiç kimseye mutluluk ya da yaşam doyumu vermekle ilgili bir yükümlülüğü yoktur.

Frankl’a göre yaşamda bir anlam bulmanın üç yolu vardır:

1. Kendince anlamlı bir iş yapmak ya da birtakım görevleri yerine getirmek

2. Bir olayı ya da durumu tam olarak deneyimlemek ya da birini sevmek

3. Kaçınılamaz acılara uyum sağlamayı sağlayacak doğru bir tutum almak

Acı çekmenin de yaşamın kaçınılamaz bir yanı olduğunu düşünen Frankl, böyle istenmedik bir durum karşısında nasıl tepki göstereceğimizi seçebileceğimizi ve bundan da bir anlam çıkarabileceğimizi söylemiştir. George ve Park adlı psikolog araştırmacıların bakış açılarına göre de, yaşamın anlamını kavramsallaştırmanın üç temel öğesi vardır. Bu araştırmacılara göre,1. İnsanların, kendi yaşamlarıyla ilgili, kendi içinde tutarlılığı olan, öngörülebilir ve yapılandırılmış, genel bir yaşam anlayışlarının olması; böylece, yaşamı, yaşamaya değer bulmaları;2. Değer verdikleri yaşam amaçlarından ve kişisel tutkularından yola çıkarak yaşamı deneyimleyebiliyor ve kendilerine, kendilerince bir yol çizebiliyor olmaları;3. Kendi varoluşlarının bu dünya için önemli ve değerli olduğunu düşünmeleri büyük önem taşır. Bu araştırmacılara göre, “anlayış”, “amaçlar” ve “önemlilik” kavramlarının, birbirlerinden ayrı kavramlar olarak görülmemesi, tam tersine birbirleriyle yakından ilişkili kavramlar olarak, yaşamın anlamını belirleyen kavramlar olarak anlaşılması gerekir. Bunlar, birbirleriyle doğal olarak etkileşen ve birbirlerini etkileyen ve biri daha aşağıda olunca, diğerini de aşağıya çeken kavramlar olarak görülürler. Yaşamınıza daha çok anlam katacak ne gibi etkenler olacağını düşünüyor ve nereye bakacağınızı bilmiyorsanız, belki de gereğinden çok düşünüyor olabilirsiniz…Yaşam sürecinde, her tek bir durumda ya da etkileşmede büyük bir anlam bulabilirsiniz.

Örnekleyecek olursak,

• Birini beğenmek ya da sevmek

• Beğendiğiniz ya da sevdiğiniz biriyle bir araya gelmek

• Birine karşı derinden hissettiğiniz duygularınızı göstermek ya da birinin size karşı hissettiği güzel duygularını göstermesi

• Sevdiğiniz birinin sevincine ortak olmak ya da sevincinize ortak olunduğunu görmek• Değer verdiğiniz bir kişiyle tanışmak, yeni bir yaşam biçimini ya da yeni bir kültürü tanımak

• Yaşamınızı değiştirecek, çok önemli, yeni bir karar vermek

• Eve geldiğinizde, kendinizi bekleyen evcil hayvanınızı sevmek

• Doğanının güzel yanlarına sevgiyle bakmak, bunlara büyük bir hayranlık duymak

• Sizi mutsuz eden bir durumu sonlandırmak

• Gerçekleştirmek istediğiniz bir düş’ün gerçekleştiğini ya da bu yolda gösterdiğiniz çabaların giderek anlam kazandığını görmek

• Yeni bir beceri kazanmak yaşamımıza, o an için, büyük bir anlam katabilir.

Olumlu yaşantılarınızı artırıp, olumsuz olanlarından olabildiğince uzak durmak, sizi daha mutlu edecek, yaşamınıza daha çok anlam katacaktır. Unutmamamız gereken diğer bir konu da, ancak istenmedik birtakım durumlar karşısında kendi içsel güçlerimizi işe koşuyor ve kendimizi geliştirme olanağı buluyor olmamızdır. Böylece kendimizle daha mutlu oluruz…Frankl’ın, “Yaşamın anlamı kişiden kişiye değişir, günden güne, saatten saate de değişir. Dolayısıyla, yaşama genel bir anlam yüklemeye çalışmaktansa, yaşamın herhangi bir an’ında, ona özel bir anlam yüklemek çok daha doğru olur” demesine katılmamak olanaklı değildir…Belki de, yaşamın anlamı, yaşanan güzel anlarla, yaşama anlam katmak demektir…

Varoluş Bunalımı

Varoluş bunalımı ya da diğer bir adıyla varoluş kaygısı, yaşamın geçiş dönemlerinde ortaya çıkan ve yeni döneme uyum sağlamakta büyük güçlük çekildiğini gösteren bir durumdur. Sözgelimi, evden ilk kez ayrılan bir üniversite öğrencisi ya da zorlu bir boşanma sürecinde olan bir erişkin, yaşam dayanaklarının çökmekte olduğu duygusuna kapılabilir ve varoluşunun anlamını sorgulamaya başlayabilir.

Varoluş bunalımı sırasında, kaygı ve çökkünlük gibi duygular yaşanabilir, büyük bir bunalım içine girilebilir; kişi, sevdiklerinden ve arkadaşlarından uzaklaşabilir, yalnızlaşabilir; herhangi bir konuda bir çaba göstermek için artık bir istek duymayabilir ve bütün içsel gücünü yitirmiş olabilir. Varoluş bunalımı, genellikle, işini ya da mesleğini değiştirme; kişinin, sevdiği birinin ölümü; kendisinin ya da bir sevdiği bir kişinin önemli bir hastalık tanısı alması; 40, 50 ya da 65 yaşları gibi yeni bir yaş dönümüne girme; ruhsal açıdan örseleyici bir olay yaşama; evlenme, çocuk sahibi olma ya da boşanma gibi büyük yaşam olayları sırasında ortaya çıkar.

Kaygı bozukluğu ya da depresyonu, takıntı-zorlantı bozukluğu ya da sınırda (borderline) kişilik bozukluğu olan kişiler, varoluş bunalımı yaşamaya daha yatkındırlar. Varoluşçuluk kuramına göre, yaşamda, herkesin seçim yapma özgürlüğü vardır; ancak seçim yapabiliyor olma özgürlüğü, sorumlulukları da birlikte getirir. Ancak ölüm yazgısını göz önünde bulundurunca, kişinin giriştiği eylemler, ona anlamsız gelebilir. Bu yüzden, özgürlük, çaresizliğe yol açabilir ve özgürlükle gelen sorumluluk, kaygı duymaya neden olabilir. Yanlış seçim yapacak olma korkusu ortaya çıkar.

Varoluşçular, kesin “doğru” bir yol olmadığı ve elimizde, ne yapmamız gerektiğini söyleyen bir kılavuz bulunmadığı için, böyle bir kaygı ya da korku duymamızın kaçınılmaz olduğunu söylerler. Onlara göre, her birimiz, kendi yaşamımıza, kendimiz bir anlam kazandırmak durumundayızdır. Varoluş bunalımı ile boğuşuyor iseniz, “Yaşamın ne anlamı var?..” diye soruyor olabilirsiniz. Yaşamınızda büyük bir geçiş sürecinde iseniz ve sizin için tanıdık ve bildik olan altyapının güvenliğini yitirmişseniz, diğer bir deyişle kendinizi güvende hissetmiyorsanız, “Sonunda zaten ölecek olduktan sonra yaşamanın ne anlamı var?..” diyor olabilirsiniz. Birçok insan, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten erişkinliğe, erişkinlikten emekliliğe geçerken olduğu gibi, yeni bir yaşam evresine geçerken bir varoluş bunalımı yaşar. Okulu bitirme, yeni bir işe başlama, evlenme ya da boşanma, çocuk sahibi olma ya da emekli olma gibi durumlar bir varoluş bunalımına yol açabilir.

Varoluş kaygısının, yaşamın kısıtlılıklarının ayrımına varmakla ilişkili olduğu göz önünde bulundurulunca, bu tür bir kaygı, hastalıklı bir kaygı olmaktan çok kaçınılmaz olarak görülebilir. Bu yüzden, böyle bir kaygıyı yok etmeye çalışmaktansa, bununla yaşamanın bir yolunu bulmaya çalışmak gerekir. Varoluş bunalımı yaşamanın olumlu birtakım yanları da olabilir. Yaşamdaki amacınızı sorgulamanızı ve kendinize bir yön çizmenizi sağlayabilir.

Varoluşçular, kaygı duygusunu psikiyatristlerden ve psikologlardan çok daha değişik olarak ele alırlar. Kaygıyı, ortadan kaldırılması gereken bir sorun olarak görmektense, bunu herkesin yaşayacağı, yaşamın, kaçınılamaz, olumlu bir yanı olarak görürler ve yaşamla ilgili olarak bize önemli dersler verdiğini düşünürler. Bunu, kişinin, yaşamını ve yaşam amaçlarını yeniden anlamlandırması ve kendine yeni bir yol çizmesi için bir fırsat olarak görürler…

Bireyleşme

Psikoloji bilim dalında, sık kullanılan, önemli bir kavram olan “bireyleşme”, dengeli ve tutarlı bir kişilik oluşturma sürecine verilen addır. Kişi, bireyleştikçe, giderek, ana babasından ve çevresindeki diğer kişilerden ayrı bir benliğinin olduğu algısını kazanır. Carl Jung, kişilik gelişimi çalışmalarında, “bireyleşme” terimini çok sık kullanmıştır. Ayrı bir kişilik geliştirme süreci, ergenliğin önemli bir amacı olmakla birlikte, kişinin yaşamı boyunca da süren bir süreçtir.

Jung’a göre, yaşamın amacı, kişinin kendi gizilgücünü gerçekleştirmek, kendi gerçeklik algısının ardına düşmek, kendi yolunda kişisel bütünlüğünü sağlamak ve kendini bulmaktır. Ona göre bireyleşme, bir gelişme süreci değil, daha çok “kendi” olmaktır.

Bireyleşme, yaşam boyu süren bir süreçtir, ancak önemli bir kesimi ergenlik ve genç erişkinlik yıllarında gerçekleşir. Bireyleşme sürecinde, ergenler, özel bir yaşamlarının olmasını isterler. Bu süreçte, ana babalar, çocuklarının kendi odalarında zaman geçirmek istemelerine alışmalıdırlar. Çocukları, bir okul gününde neler olduğu ya da arkadaşları ile aralarında neler geçtiği konusunda artık açık olmayabilirler. Kendilerine sakladıkları sevgili ilişkileri ya da özel birtakım kırılganlıkları olabilir.

Bu süreçte, çocuklar, başkalarından çok kendilerine odaklanırlar. Bireyleşme sürecine bağlı olarak ergenlik benmerkezciliği gelişebilir. Ergenler, daha çok kendi öncelikleri üzerine odaklanmışlardır ve olayları başkalarının bakış açısından görmekte zorlanıyor olabilirler. Yine bu süreçte, çocuklar, ailelerine ve toplumsal değer yargılarına karşı çıkıyor olabilirler. Bireyleşme sürecinden geçen ergenler, ana babalarına başkaldırıyor gibi görünürler. Çocuklar, bu süreçten geçerlerken, dış görünümlerini kişiselleştirmeye çalışıyor olabilirler. Böyle bir evrede, ailelerinin karşı çıkabileceği bir biçimde giyinebilir, saçlarına yeni bir şekil verebilir ya da ailelerine aykırı gelen türde müzik dinleyebilirler. Anababaların, çocuklarının bu davranışlarını kişisel almamaları gerekir. Erişkinlik dönemlerinde de, insanlar, dış dünyaya daha değişik görünmek ve “kendilerini ‘yeniden’ bulmak” isteyebilirler. Ergenlik dönemlerinde olduğu gibi yeni bir yaşam biçimini benimseyebilirler; işlerini, eşlerini ya da oturdukları çevreyi değiştirmeye kalkışabilirler.

Bireyleşme süreci zorlu bir süreç olabilir ve kimi zaman, insanlar için, birtakım çalkantılara ve içsel çatışmalara yol açabilir. Gerçek benliğini baskılamaya ya da yadsımaya çalışmak birtakım sıkıntılara ve kişisel kimlik tanımı ile ilgili sorunlara neden olabilir. Yeterince bireyleşememek birtakım sorunlar da doğurabilir. Bunlar arasında, sürekli bir kaygı duyma, çökkünlük yaşama, sınırlarını koruyamama, kendiyle ilgili farkındalık kazanamama, yaşamından yeterince doyum bulamama, kendine yeterince değer vermeme, benlik saygısının düşük olması, kendinden kuşku duyma, sağlıklı kararlar verememe, kendine özgü amaçlar belirleyememe ve istek duymama sayılabilir.

Sağlıklı bir benlik algısı geliştirememiş çocuklar ve gençler de, erişkinler gibi, depresyona girebilirler, bir varoluş bunalımı ya da varoluş kaygısı yaşayabilirler. Seçtikleri işi ya da eşi neden seçtiklerini, belirli bir yaşam biçimini gerçekten sürdürmek zorunda olup olmadıklarını sorgularlar. Bunlar, kendilerinin bilinçli birer seçimi midir, yoksa (daha çok ana babalarınca) kendilerine söylenenleri mi yapmışlardır?..

Bireyleşme, yalnızca sağlıklı bir kimlik geliştirmek için değil, sağlıklı ilişkiler kurmak için de gerekli ve önemli bir süreçtir. İnsanlar, ne istediklerini tam olarak bilemezlerse, uygun sınırlar koyabildikleri ve gerekli desteği alabildikleri ilişkiler kuramazlar. Kendi ilgi alanlarında ve kendi amaçları doğrultusunda ilerlemektense, başkaları onlardan ne istiyorsa, onu yapmaya çalışırlar. Ana babaların, çocuklarının bireyleşme sürecinden geçmelerine izin vermeleri gerekir. Ana babalar, çocuklarının, kendi yaşadıkları gibi yaşamalarını ya da benzer değer yargılarının olmasını istiyor olabilirler; ancak, çocuklarının, kendi yaşam yollarını kendilerinin belirleyeceği, eşsiz ve benzersiz birer birey oldukları gerçeğiyle barışmaları ve buna saygı göstermeleri gerekir.

Kendilerini yeniden bulmak ya da kendi içlerinde bir bütünlük sağlamak isteyen erişkinler de, yaşamlarında çok büyük değişiklikler yapmak yerine, yeni birtakım küçük girişimlerde bulunabilirler. Sözgelimi, yeni arkadaşlıklar kurabilirler, yeni birtakım eğlence uğraşları edinebilirler ya da yeni yerleri görebilirler; böylece yaşamlarında yapmak istedikleri büyük değişiklikler için bir ön deneme yapmış olurlar…

Anı Yaşamak

İşimizin başındayken tatil yapmayı düşleriz, tatildeyken de işyerindeki masamızda biriken işleri düşünürüz. Ya anılarımıza dalar gider ve geçmişi yaşarız ya da gelecekte olabilecekler ya da olmayabilecekler için kaygılanırız. Genellikle yaşadığımız anın değerini pek bilmeyiz; çünkü Budistlerin adlandırdığı gibi, “maymun zihinimiz, maymunların bir ağaçtan diğer bir ağaca atlayıp durmaları gibi, bir düşünceden bir diğerine geçer durur. Genellikle düşüncelerimiz bizi denetim altında tutar.

Jon Kabat-Zinn, “Sıradan düşüncelerimiz, sağır edici bir çağlayan gibi, zihnimizden akıp giderler” diye yazmıştır. Ona göre, zihnimizi ve yaşamımızı daha çok denetim altında tutabildiğimiz duygusunu kazanabilmek için, bir an için durmamız ve yalnızca var olmamız, yaşadığımız durgunluğun içinde bir durup dinlenmemiz gerekir. Anı daha çok yaşamalıyız. Anı yaşamak (mindfulness) demek, “şimdi, burada” ya, etkin ve açık bir biçimde, isteyerek odaklanmak demektir. Ana odaklanınca, yalnızca düşüncelerden oluşmadığınızı anlarsınız; düşüncelerinizi yargılamadan, anbean onların bir gözlemcisi olursunuz. Ana odaklanmak, ne onlara sıkı sıkıya tutunarak, ne de onlardan kurtulmaya çalışarak, düşüncelerinizle, oldukları gibi birlikte olmayı kapsar. Böylece, yaşamın, yaşanmadan akıp gitmesine izin vermeden, yaşantılarınızın ayrımına varırsınız. Anı yargılamadan ayrımına varmanın birçok yararı olur. Ana odaklanmak gerginliği azaltır, bağışıklığı güçlendirir, süreğen ağrıları azaltır, kan basıncını düşürür ve kalp hastalıklarının ortaya çıkma olasılığını azaltır. Ana odaklanabilen insanlar, daha mutludurlar, daha coşkuludurlar, başkalarıyla daha çok eş duyum yapabilirler ve kendilerini daha güvende hissederler. Benlik saygıları daha yüksektir ve kendi güçsüz yanlarını daha kabullenicidirler. “Şimdi ve burada”nın ayrımına varmak, birtakım ruhsal durumların altında yatan tepkiselliği ve dürtüselliği de azaltır. Ana odaklanabilen insanlar, kendilerine iletilen olumsuz geribildirimleri de duyabilirler.

Sevgilileriyle daha az çatışırlar, kendilerini daha az savunucu ve daha çok uyum sağlayıcıdırlar. Sonuç olarak, ana odaklanabilen çiftlerin ilişkileri daha doyurucudur. Ana odaklanma (Mindfulness) kitabının yazarı, Harvard’lı psikolog Ellen Langer, “Herkes, anda yaşamanın önemli olduğu görüşünde birleşmektedir, ancak sorun bunun nasıl yapılabileceği” demiştir. “İnsanlar, anda olmadıklarında, orada olmadıklarını biliyor değillerdir” diye belirtmiştir. Langer, odağının dağılmasının önüne geçmek ve an’da kalabilmek için özel bir çaba gerektiğini söyler.An’ı yaşamanın içinde de bir aykırılık vardır. Bir yarar sağlamak için böyle bir çaba gösterilemez; çünkü bir kazanımı olacağı beklentisi içine girmek, gelecek yönelimli bir anlayıştır, dolayısıyla bütün bir işlemi altüst eder. Bu yüzden, yalnızca sonuçta ödüllendirileceğine güvenerek yola çıkmak gerekir. Ana odaklanmanın birçok yolu vardır ve bunların her birinin özünde de bir aykırılık vardır.

Çift anlamlı olarak, istediğinizi elde etmeyi bırakmak, onu elde etmenin tek yoludur. Bunun yapmanın birtakım yolları şunlardır:

Benlik saygınızla ilişkilendirmeden, o sırada yaptığınız eyleme odaklandığınızda, beğenilmeme ya da dışlanma gibi korkularınız da ortadan kalkar. Ana odaklanmak, insanı düşünüp durmaktan ve durmaksızın kendini değerlendirmeye kalkmaktan uzaklaştırır.

Gelecekle ilgili kaygılanıp durmak yerine ana odaklanabilirsiniz. Çoğu zaman, geçmiş ya da gelecekle ilgili düşüncelere öyle takılı kalırız ki, o sırada olup bitenden, değil zevk almak, o anı yaşayamayız bile… Bundan kaçınmanın en iyi yolu, geçirilen zamanın tadını çıkartmaya ve içinde bulunulan anı, geçmiş ya da gelecekle ilintilendirmemeye çalışmaktır. İçinde bulunulan anın tadını çıkarabilmek için, öyle olağanüstü ya da sıra dışı bir eylem yapıyor olmak da gerekmez. Sıcak bir kahve içerken, yemek yerken, belirli bir yere gitmek üzere yolda yürürken de anın tadı çıkarılabilir.

Kendinizi bulunduğunuz ana getirmenin en iyi yollarından biri de soluk alıp vermenize odaklanmaktır. Böylece, bütün farkındalığınız, o sırada ne olup bittiği ile sınırlanmış olacaktır. Anı yaşamanın en iyi yollarından bir diğeri de, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan, zaman kavramını yitirip, kendini yaptığı etkinliğe kaptırmaktır. Bu duruma, psikolojide, “akış” adı verilir. Bu sırada insan, kendini yaptığı işe kaptırır, bir anlamda kendinden geçer ve çevresinde ne olup bittiğinin ayrımında olmaz.

Hiçbir dış uyaran zihnini çelemez. İnsanlar, yaşadıkları olaylar karşısında, bu olaylara yükledikleri anlamlar bağlamında birtakım duygular yaşarlar (birincil duygu), ancak yaşadıkları bu duygulara ilişkin birtakım duygular daha yaşayabilirler (ikincil duygu). Sözgelimi, bir olaya üzüldüğümüz için kendimize kızıyor olabiliriz. İkincil duygudan kurtulmanın başlıca yolu kabullenmedir (buna, “tevekkül” de denebilir). Bunun anlamı, yaşanan her bir anda yaşanabileceklere açık olmak, yargılamadan ya da böyle bir duyguya kapılmaktan kurtulmaya çalışmadan, yaşanan yaşantıyı değiştirmeye çalışmamaktır. Her ne yaşanıyorsa, o yaşanıyordur. Bunu değiştirmeye çalışmak, daha kötü duygular yaşanmasına yol açabilir ve insanı tüketebilir.

Kabullenmek, insanı, ayrıca acı çekmekten kurtarır. Ünlü bir deyiş vardır: “Sıkıntı çekmek kaçınılmazdır, ancak bundan ötürü acı çekmek kişiye bağlıdır” der. Sözgelimi, çok sevdiğiniz birinden ayrılmış ve büyük bir özlem içinde çok üzülüyor olabilirsiniz. Ancak daha sonra yaşadığınız bu duyguyla boğuşmaya kalkar ve “Böyle hissediyor olmak çok kötü, bundan kurtulmak istiyorum diyebilir ve üzülüyor olmanıza üzülerek, üzüntünüzü pekiştiriyor ve uzatıyor olabilirsiniz. Oysa, duygularını kabul edebilir ve bunun yerine, “Evet bir ayrılık yaşadım.

Ayrılmaktan ötürü yaşadığım duygular son derece olağan duygular. Böyle hissediyor olmam son derece doğal” diyebilirsiniz. İstenmedik bir durumu kabullenmek, daha sonrası için hiçbir şey yapılmayacak anlamına gelmez. Yalnızca, denetim alanınız dışında kalan olayları olduğu gibi kabul etmeyi gerektirir. Kaygı duyuyorsanız, kaygı duyuyorsunuzdur. Bu duyguyu olduğu gibi kabul edebilirsiniz. Yaşadığınız duyguyu kaygı olarak adlandırır ve odağınızı başka bir alana kaydırabilirsiniz. Düşüncelerinizin, algılarınızın ve duygularınızın zihninizden akıp gittiğini izleyebilir ve bu akışa kendinizi kaptırmayabilirsiniz. Düşünceleriniz, yalnızca düşüncelerdir. Bunlara inanmak zorunda değilsiniz ve bu düşüncelerin aklınıza getirdiklerini de yapmak zorunda değilsiniz. Araba kullanırken, son on beş dakika içinde ne yaptığınızı anımsayamadığınız ve çıkışı kaçırdığınız zamanlar olmuştur ya da bir sayfa kitap okumuş ve ne okuduğunuzla ilgili olarak bir düşünceniz oluşmamış olabilir. Kendinizi “otopilota” bağladığınız bu “ zihinsizlik ” zamanlarında, düşüncelerinizin içinde yiter gidersiniz ve o sıradaki yaşantınızın ayrımında olmazsınız. Bu bilinç kararmalarının önüne geçebilmeniz için, girdiğiniz her yeni durumda, yeni birtakım ayrıntıları ayırt etme alışkanlığını edinmeniz gerekir. Yeni birtakım ayrıntıları görme alışkanlığını edinerek, dünyanın sürekli bir değişim içinde olduğunu anlarsınız.

Ne denli çok yeni bir ayrıntı görürseniz, o denli daha değişik görmeye başlarsınız ve yaşamda daha büyük bir coşku duyarsınız. Ana odaklanmak (mindfulness), amaçlı ve düzenli bir etkinlik değil, yalnızca nerede olduğunu bilmek ve anı yaşamaktır. O anki yaşantınıza odaklanarak bunu sağlayabilirsiniz. Bunu hemen yapabilirsiniz. Şu an ne oluyor?.. Yalnızca anı gözleyin. Ne görüyorsunuz, ne duyuyorsunuz ve nasıl bir koku alıyorsunuz? Ne hissettiğinizin bir önemi yok, iyi ya da kötü hissediyor olun, her ne yaşıyorsanız onu yaşıyorsunuzdur, yargılamayın. Zihninizin dağıldığını anlarsanız toparlayın. Yalnızca kendinize “Şimdi. Şimdi. Şimdi, buradayım ve anı yaşıyorum” deyin…

Benlik Algısı(Ego)

Bir kişinin benlik algısının (ego’sunun) “şişik” olduğunun birtakım göstergeleri vardır:

• Her zaman haklı olmak ya da haklı çıkmak istiyordur.

• Hiçbir koşulda esnek düşünmüyor, görüşlerini değiştirmiyordur.

• Başkalarını dinlemiyor, başkalarına söz hakkı tanımıyordur.

• Biri kendisini eleştirse, hemen savunmaya ya da karşı saldırıya geçiyordur.

• Sürekli bir beğenilme, onaylanma, alkışlanma gereksinmesi içindedir ve bu gereksinimi karşılansın diye olmadık yollara başvuruyordur.

• Başkalarının başarılarını kaldıramıyordur.

• Sürekli olarak birilerine içerliyor, güceniyor; öç alma duygusu taşıyordur. “Sular yükselince balıklar karıncaları, sular çekilince karıncalar balıkları yer; kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir” diyen ünlü bir Kızılderili atasözü vardır.

Koşullar her zaman değişebilir. O yüzden, “şişik” bir benlik algısıyla (ego’yla), kimseyi aşağılamamalı, küçümsememeli, gönül kırıcı davranışlarda bulunmamalı ve insanlara değer vermelidir.

Gerçekte de, “şişik” bir benlik algısı, altta yatan yetersizlik duygusunun bir dışavurumudur. Bu kişiler, yetersizlik duygularını bastırmak üzere, güç elde etmek ve güçlü görünmek için her yola başvurabilirler. Güç elde etme savaşları, gerçekte, kendi içlerinde yaşadıkları aşağılık duygularını ödünleme çabalarının bir ürünüdür.

Bugün, siz, kendinizi güçlü göstermek istiyor, güçlü görünüyor ya da gücü bir biçimde elinize geçirmiş olabilirsiniz; ancak zaman, her zaman, sizden daha güçlüdür…

Bu yüzden, “Ne oldum dememeli, ne olacağım demelidir”. Bugünlerin yarınları da var…

Aşırı Özveride Bulunma

Aşırı özveride bulunma (“altruizm”, Türkçe karşılığıyla özgecilik, eski dilde kullanılan karşılığıyla diğerkamlık), yapmak zorunda olduğu için değil, yalnızca yapmak istediği için, başkalarına aşırı ölçüde yardımcı olmaya çalışmak demektir. Hiç bencillik yapmadan, herhangi bir karşılık beklemeden, herhangi bir beklentiye girmeden ve hiçbir çıkar gözetmeden, büyük özverilerde bulunmaya bu ad verilir. Belki de, ilişkiler bağlamında “saçını süpürge etmek” deyimi bu anlamda kullanılageliyordur.

“Altruizm” sözcüğü, ilk kez, Fransız düşünür Auguste Comte tarafından, bencilliğin karşıtı olarak kullanılmıştır.

Günlük yaşamımız iyilik yapmanın örnekleriyle doludur. Sözgelimi, tanımadığınız birine kapıyı tutarsınız ya da gereksinen birine para verirsiniz. Boğulmak üzere olan birini kurtarmak için suya atlama örneğinde olduğu gibi, daha ileri düzeyde, iyilik yapmaya kalkışma örnekleri de vardır.

Özveride bulunmanın, kişinin kendisi ve başkaları için birtakım yararları vardır. Başkalarına yardımcı olmaya çalışanların, genel sağlık ve esenlik durumlarının daha iyi olduğu, kendilerini daha iyi ve daha mutlu hissettikleri, ilişkilerinin daha yolunda gittiği saptanmıştır.

Ancak, aşırı özveride bulunmanın da birtakım sakıncaları vardır. Kişinin kendisini tehlikeye atmasına yol açabilir; başkalarına yardımcı olacağım diye, kişinin kendi sağlığını, toplumsal ya da parasal gereksinmelerini gözardı etmesine yol açabilir; iyi niyetle yapılıyor olsa da, istendik sonuçları vermediği için kişiyi zor durumda bırakabilir ya da kişinin tek bir alana aşırı yoğunlaşmasına yol açarak, önemli diğer birtakım alanlara odaklanmasını engelleyebilir.

Başkalarını kazanmak için kendini kaybetmemelisiniz…

Yalnızca başkalarına değil, kendinize de iyi davranmalısınız…

Yıllar geçtikten sonra, “Herkesi mutlu etmeye çalışıyordu, ancak birini unuttuğunu anladı: Kendisini…” dedirtmemeniz gerekir…

Ruhsal Sorun Göstergeleri

Bir kişinin, ruhsal bir sorun yaşadığının, genel birtakım göstergeleri vardır:

• Kolay kızmaya başlamıştır ve sabrı her zamankinden çok daha çabuk taşıyordur. Olaylara karşı, ondan beklenmedik tepkiler veriyordur.

• Aşırı bir kaygı duyuyor ya da ortada görünür, tetikleyici bir neden yokken panik atakları yaşıyordur. Sürekli bir gerginlik yaşıyor, bir türlü dinginleşemiyordur.

• Yaşam sevincini yitirmiştir ve yapmaktan zevk aldığı etkinliklere karşı artık pek bir ilgisi kalmamıştır. Hiç tadı yoktur, her şey ona “boş” ve anlamsız geliyordur.

• Kendisini, insanlara pek yakın hissetmiyordur ve insanlardan uzak durmaya çalışıyordur. Kimseyle konuşmak istemiyordur. Yakınlarıyla ilişkileri büyük ölçüde bozulmuştur.

• Uyku sorunları çekmeye başlamıştır ya da uykuya dalmakta artık büyük güçlük çekiyordur. Sabahları dinlenmiş olarak kalkmıyordur.

• Ya çok az ya da gereğinden çok ve sık yemek yiyordur ve sağlıklı beslenmeyi bırakmıştır.• Vücudunun sağında solunda, açıklanamayan, yeni birtakım ağrılar ve sızılar ortaya çıkmaya başlamıştır.

• Sürekli yorgun ve bitkindir, elini kaldıracak gücü kendinde bulamıyordur. Sıradan işleri yapmayı bile sürekli erteliyordur.

• Kendini yaptığı işe veremiyordur, yaptığı işe bir türlü odaklanamıyordur.

• Kararsızlıklar yaşamaya ve belirgin unutkanlıkları olmaya başlamıştır.

• Özgüveni azalmıştır, aşırı alınganlık gösteriyordur ve kuşkucu olmuştur.

• Saçma olduğunu bilmesine karşın düşünmekten kendisini alıkoyamadığı birtakım düşünceleri (takıntıları) ve yapmaktan kendisini alıkoyamadığı yineleyici birtakım davranışları (zorlantıları) olmaya başlamıştır.

• Aşırı alkol tüketmeye başlamıştır ve bir kez içmeye başlayınca artık kendisini durduramıyordur. Alkol alıyor olmasının günlük işlevselliğini bozduğunu bilmesine karşın bu tutumunu sürdürüyordur. İçki içme tutumu ile ilgili olarak çevresine sürekli yalan söylemek durumunda kalıyordur.Kişi, bu gibi sorunları sürekli yaşamaya başlamışsa, bir psikiyatristle görüşmesinde büyük yarar vardır…

Koronavirus Kaygısı Sendromu

Yakınlarda, koronavirus (kovid) kaygısı sendromu (hastalığı) diye yeni bir ruhsal hastalık tanımlandı. Bu rahatsızlığın belirtileri arasında şunlar sayılıyor:

• Sürekli olarak, bir kovid belirtisi olup olmadığını araştırıp durmak

• Genel ortamlardan sürekli uzak durmak

• Böyle bir gereklilik olmamasına karşın bütün insanlardan uzak durmak

• Takıntılı bir biçimde temizlik yapmak

• Salgından başka bir konuyu düşünmekte güçlük çekmek

• Duyduğu kaygıdan ötürü günlük işlevselliğinin düşmesi, sözgelimi işe ya da alışverişe gitmekte büyük güçlük çekiyor olmak

• Salgınla ilgili olarak büyük bir umutsuzluk içinde olmak (sözgelimi hiç bitmeyecekmiş gibi gelmesi) ve bundan ötürü büyük bir sıkıntı duymak

• Kaygılı düşüncelerinden ötürü uyumakta güçlük çekmek

• Sık sık, baş ağrısı ya da karın ağrısı çekmek gibi, olağandışı bedensel birtakım belirtiler çıkarmak, sağlığıyla ilgili olarak sürekli bir kaygı duyuyor olmak. Bu gibi belirtileri yaşıyorsanız, aşağıdaki soruları kendi kendinize sormanızda yarar vardır:

• Gösterdiğim tepkiler, doğabilecek olası kötü sonuçlarla uyumlu mu ya da böyle tepkiler gösteriyor olmam bir yarar sağlıyor mu?

• Yakınlarım, benim duyduğum kaygı ve korku düzeyinin yanı sıra kaçınma davranışlarımla ilgili olarak tasalanıyorlar mı?

• Salgınla ilgili olarak, sağlık yetkililerinin önerileri doğrultusunda, gerekli önlemleri alıyor muyum? Yoksa, kendimce birtakım önlemler almaya kalkışıyor ve hiç gerekmiyor olsa da, bütün insanlardan ve belirli birtakım ortamlardan sürekli uzak durmaya mı çalışıyorum?

Bütün bu bilgilerin ışığında kaygı düzeyinizin abartılı olduğunu düşünüyorsanız bir uzmandan yardım alabilirsiniz. Bu arada, aşıların bulunmasıyla birlikte, hastalanma olasılığının ya da hastalığı ağır biçimde geçirme olasılığının ne denli düştüğüne ilişkin bilgileri daha çok göz önünde bulundurmanızda yarar vardır…