Yaşamın Kuralları

Yaşamın yedi kuralı:

1. Geçmişinizle barışın, böylece geleceğinizi tehlikeye atmayın.

2. Başkalarının sizinle ilgili ne düşündüğü, sizin için öyle çok önemli olmamalıdır.

3. Mutluluğunuzun tek sorumlusu, siz, kendinizsiniz.

4. Yaşamınızı başkalarınınkilerle karşılaştırmayın, karşılaştırma yalnızca mutsuz eder.

5. Zaman neredeyse her şeyi iyileştirir, zaman tanıyın.

6. Düşünüp durmayı bırakın. Bütün yanıtları alamıyor ve her şeyi bilmiyor olmanızda bir sakınca yoktur.

7. Gülümseyin. Dünyanın bütün sorunları sizin değil…

Toplumsal Kimlik

Toplumsal kimlik, kişinin, hangi toplumsal kesime bağlı olduğuna ilişkin kendi algısıdır. “Toplumsal kimlik kuramı”nı geliştiren Tajfel adlı psikolog, kişinin bağlı olduğunu düşündüğü toplumsal kesimin (aile, “hemşerilik”, futbol takımı, siyasal parti, din gibi) önemli bir övünme kaynağı olduğunu ve kişinin benlik saygısına bir katkı sağladığını öne sürmüştür. Toplumsal bir kesime bağlı olmak, insanlara toplumsal bir kimlik ve ilişkinlik (aidiyet) kazandırmakta ve toplumsal bir varlık olduklarını hissettirmektedir.

İnsanlar, kendi benlik algılarını geliştirmek için, bağlı oldukları toplumsal kesimin değerini ve önemini abartma eğiliminde olurlar. Diğer yandan, bağlı olmadıkları toplumsal kesime ilişkin ayrımcı bir tutum sergileyerek ve onlara karşı birtakım önyargılar içinde olarak, yine benlik algılarını geliştirmeye çalışırlar.

Böylece, dünyayı, “biz” ve “onlar” olarak keskin kutuplara ayırmaya çalışırlar. Bu çaba ne denli yoğunsa, ne denli keskin bir kutuplaştırmaya gidiliyorsa, kişinin benlik algısının o denli yetersizliklerle yüklü olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kişiler, toplumsal kesimleri, “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” olarak diye adlandırırlar. Toplumsal kimlik kuramına göre, “bizden olanlar”, kendi benlik algılarını yüceltmek için, “bizden olmayanlar”a karşı ayrımcı bir tutum sergilerler.

Toplumsal kimlik kuramının ana varsayımı, “bizden olanlar”ın, kendi benlik algılarını yüceltmek için, sürekli olarak, “bizden olmayanlar”ın olumsuz özelliklerini bulmaya çalışıyor olmalarıdır.

Bunu yapmak için de, bağlı oldukları toplumsal kesim içinde yer alanlar arasındaki “benzerlikler”i ve bağlı oldukları toplumsal kesimle, bağlı olmadıkları toplumsal kesim arasındaki “farklılıklar”ı çok abartma eğiliminde olurlar ve bunları keskinleştirirler. Bunu yapabilmek için birtakım toplumsal değerlere aşırı bağlanırlar ya da birtakım toplumsal değerleri dışlarlar. Bütün toplumsal değerleri aşırı “kategorize etme” eğiliminde olurlar. Çünkü, ancak “kategorize ederlerse” birtakım değerlerle özdeşleşecek ve kendilerini daha çok bulacaklardır. Var oluşlarını da yalnızca bu değerlere göre tanımlamaya çalışırlar. Bir kez, kendini de “kategorize edince”, artık kendilerini sürekli olarak kendinden olmayanlarla karşılaştırmaya ve başkalarını dışlamaya ve ötekileştirmeye çalışırlar. Çünkü benlik saygılarını koruyabilmek için artık buna gereksiniyorlardır.

Kendinden olmayanlarla ilgili önyargılarının da kaynağı budur. Kendilerini birtakım toplumsal kesimlerle tanımlayan kişiler, benlik saygılarını koruyabilmek için sürekli bir yarış içinde olmak durumunda kalırlar. Gerçekte, toplumsal kesimler arasındaki çatışma, birtakım konularda değişik düşünüyor olmaktan çok, bireysel kimliklerle var olmaktan, dolayısıyla kendi benlik saygısını korumaya çalışmaktan kaynaklanır.

Ülkemizdeki birbirini dışlayıcı tutum büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır. İnsanların, farklılıklara saygı duyan, “özgür bir birey” olarak var olamamaları, bağlı olduklarını düşündükleri toplumsal kesimle aşırı özdeşleşmelerine, “kendinden olmayanlar”la aşırı ters düşmelerine yol açmaktadır. Böyle bir tutum da, ortaklaşa (kolektif) davranışları kolaylaştırmaktadır. Galiba en önemlisi, önce bağımsız bir birey olabilmek gibi duruyor… Birey olarak var olamayanlar, sürüden biri olurlar… Diğer bir deyişle, sıradan olursanız, sürüden olursunuz…

Geçmişimiz Gelecekteki Mutluluğumuzu Belirliyor

Geçmişimiz, gelecekteki mutluluğumuzu belirliyor mu? Bu soruya, Freud’dan beri, psikoloji tarihinde hep “evet” yanıtı verilmişse de, yapılan gerçek bilimsel araştırmalar, bunun böyle olmadığını göstermiştir. Sözgelimi, on bir yaşının altındayken annesini yitirmiş olan kişilerin daha sonra depresyona girme olasılıkları, toplum ortalamasına göre biraz daha yüksek olmakla birlikte, bu olasılık ortalamanın çok da üzerinde değildir. Anne-babanın boşanması ya da çocuklarından ayrı bir yere taşınmasının, ileri çocukluk ve ergenlik yıllarında yıkıcı birtakım etkileri olmakla birlikte, bu etkilerin yaşamın ileri yıllarında giderek azaldığı saptanmıştır. Erişkin depresyonu, kaygı bozuklukları, bağımlılıklar, kötü bir evlilik yapma, öfkelenme gibi sorunların, çocuklukta başımıza neler geldiğiyle doğrudan ya da dolaylı pek bir ilgisinin olmadığı artık iyi bilinmektedir. Çocukluğumuzun, bugün çektiğimiz ruhsal sıkıntıların kaynağı olduğunu düşünüyorsak boşuna zaman yitiriyoruz demektir. Daha önemlisi, çocukluğumuzun nasıl geçtiğinden ve bugün içinde yaşadığımız koşullardan bağımsız olarak, kişisel donanımlarımızı artırmak ve kendimizi geliştirmektir…

Kendini Gerçekleştirme

Kendini gerçekleştiren insanlar, Maslow’un tanımıyla, kendilerinden doyum bulan ve yapabileceklerini ortaya koyabiliyor olan insanlardır. Kendini gerçekleştiren insanlar, yaşamda kendileri için bir anlam bulabilmiş olan insanlardır. Herkes, eşsiz birer birey olduğuna göre, kendini gerçekleştirme isteği, değişik insanlarda, değişik alanlarda ortaya çıkabilir.

Maslow’a göre, kendini gerçekleştirebilen insanların sayısı, yalnızca, yaklaşık yüzde iki oranındadır. Kendini gerçekleştirebilen insanların özellikleri şunlardır:

• Bu insanlar, gerçekliği doğru bir biçimde algılar ve belirsizliğe katlanabilirler.

• Kendilerini ve başkalarını olduğu gibi kabul ederler.

• Düşünceleri ve davranışları içten gelir ve doğaldır.

• Sorun odaklıdırlar (kendileri odaklı değildirler). Sorun çözme becerileri gelişmiştir.

• Gülmece (mizah) anlayışları gelişmiştir. Kendilerine bile gülebilirler.

• Yaşama nesnel (objektif) bir açıdan (akılcı ve mantıksal olarak) bakarlar.

• Son derece yaratıcıdırlar.

• İçinde bulundukları kültürü kabullenmeye karşı direnç gösterirler, ancak özellikle geleneksel olmamaya çalışmazlar. Özerk ve bağımsızdırlar.

• İnsanlığın gönenciyle ilgilidirler.

• Temel insan yaşantılarına gönül borcu duyarlar.

• Az sayıda da olsa, insanlarla doyurucu ilişkiler kurarlar.

• Doruk yaşantıları vardır. Yaptıkları işe kendilerini kaptırırlar.

• Özel yaşam gizliliğine gerek duyarlar, yalnızlıktan yüksünmezler.

• Esnektirler ve demokratik tutumlar sergilerler.

• Törel (ahlaki) değerleri güçlüdür.

Kendini gerçekleştirmeyi sağlayan davranışlar da şunlardır:

• Yaşamı, bir çocuk gibi, tam olarak kendini vererek ve odaklanarak yaşama.

• Güvenli yollara bağlanıp kalmaktansa, yeni birtakım yolların arayışına girme.

• Yaşam olaylarını değerlendirirken, geleneklerin, yetkenin (otoritenin) ya da çoğunluğun sesini dinlemektense, kendi iç sesini dinleme.

• Yalandan yapmaktan (-miş gibi olmaktan) uzak durma ve güvenilir olma.

• Görüşleri, toplumun yerleşik görüşleriyle örtüşmezse, tutulmayan biri olmayı göze alma.

• Sorumluluk alma ve çok çalışma.

• İşlevsel olmayan savunmalarının ayrımına varma ve bunları bırakma yürekliliğini gösterme.

Ancak kendini gerçekleştirebilmek için yukarıda sayılan bütün özellikleri göstermek gerekmez, ayrıca bu özellikleri gösterebilen insanlar da, yalnızca kendini gerçekleştirebilen insanlar değildir.

Maslow, kendini gerçekleştirmeyi çok yetkin (mükemmel) olma ile eşdeğer olarak da görmez. Ona göre kendini gerçekleştirmek, kendi gizilgücünü (potansiyelini) tam olarak kullanabilmek demektir.

Mutluluğun ardına düşmektense, kendini gerçekleştirmeye çalışmak daha doğru gibi görünüyor. Kendilerine özgü değerleri olan ve bunlara göre davranabilen, yaratıcı, sorumluluğunu aldıkları eylemlerinde kendilerini bulabilen ve bu eylemlerine kendilerini kaptırabilen, ayrıca yaşamlarında bir anlam bulabilen insanlar, kendilerini gerçekleştirebilmiş mutlu insanlardır.

Dünya Görüşü

İnsanların nasıl bir dünya görüşü benimsediklerinin, nasıl bir yaşam sürdürdükleriyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Benjamin Barber adlı bir siyasal kuramcı, “Dünyayı güçsüzler ve güçlüler, başarılılar ve başarısızlar diye ikiye ayırmıyorum… Dünyayı, öğrenenler ve öğrenmeyenler olarak ikiye ayırıyorum” demiştir. Yapılan yanlış, bir öğrenme yaşantısına dönüşürse, artık yanlış olmaktan çıkar, bir bedel ödenerek alınmış bir ders olur.

Gerçek başarı, başkalarından daha iyi olmak değil, kendimizin en iyisi olmaktır. Başarısızlığı kınanacak bir durum olarak değil, karşımıza çıkmış bir fırsat olarak görebiliriz. Başarının anahtarı ise daha çok çaba göstermektir. Bir aşamada başarısız olmamışsanız, kendinizi yeterince zorlamamışsınız demektir. Önemli olan düşmemek değil, düştüğünde, daha güçlenerek, yeniden ayağa kalkabilmektir.

İnsanların, amaçlarına ulaşmak için iki değişik tür nedenlerinin olduğundan söz edilir. Öğrenme odaklılar, merak ve yeni beceriler geliştirme isteği gibi içsel nedenlerle yola çıkarlar. Amaçlarına ulaşmak isterler, çünkü bilgi edinmek isterler ve daha önemlisi, yaptıkları yanlışları, öğrenme sürecinin bir aşaması olarak görürler. Başarım (performans) odaklılar, benlik saygılarını yükseltmek gibi dışsal nedenlerle davranırlar. Başkalarının onları beğenmesi, onlara değer vermesi için çalışırlar. Sözgelimi, okulda, onlar için iyi not almak, ne öğrendiklerinden daha önemlidir. Ancak yapılan çalışmalar, öğrenme odaklıların daha uzun süreli çalıştıklarını ve yaşamda daha başarılı olduklarını, çünkü yaptıkları çalışmalardan zevk aldıklarını göstermiştir.

Mutlu Olmak İçin Bırakmamız Gereken Tutumlar

Mutlu olmak istiyorsanız, bırakmanız gereken başlıca dokuz tutum şunlar olmalıdır:

1. Söylenmeyi ve yakınmayı bırakın (kendinizi doğru anlatmaya çalışın ve çözüm arayışında olun)

2. Doğru olduğunu hiç tartışmasız düşündüğünüz belirli birtakım düşüncelere saplanıp kalmayın (düşünceleriniz üzerinde yeniden düşünme alışkanlığı geliştirin, aklınıza gelen ilk düşüncenin en doğrusu olmayabileceğini de düşünün)

3. Başkalarını suçlayıp durmayın (suçlayacak gibi olduğunuzda, söz konusu istenmedik durumda önce kendi payınızı göz önünde bulundurun, önce kendi payınıza düşeni yapın)

4. Olumsuz iç konuşmalar yapmayın

5. Geçmişe takılı kalmayın, geçmişi yaşayıp durmayın (“keşke”lerden kurtulun, yaşadığınız ana odaklanın, geleceğe umutla bakın)

6. Değişmeye ya da bir tutum değişikliği göstermeye direnç göstermeyin

7. Başkalarını etkileme gereğinden kurtulun

8. Başkalarının onayını almak zorunda olmadığınızı düşünün (kendiniz olun, kendinizi olduğu gibi kabul edin ve kendinizi koşulsuz sevin)

9. Her zaman haklı olmayabileceğinizi hep göz önünde bulundurun

Yaşamın Amacı

İnsanlar özel bir amaç için yaratılmamışlardır. Dolayısıyla insanların yaşamlarında bir amaç yaratmaları gerekir. Yaşamda, herkes için ortak belirlenebilecek genel bir amaç yoktur. Kendimizi tanımlamak, insan olarak kim olduğumuzu söyleyebilmek değil, nasıl biri olmayı seçtiğimize göre kendimizi biçimlendirebilmek demektir. Bu, bizi, temelde, dünyadaki bütün varlıklardan ayırt eder. Ne olmayı seçtiğimiz gibi oluruz. Olabileceğimiz tek kişi, olmak isteyeceğimiz kişidir. İnsanların kendi kendilerini biçimlendirebilme yeterlikleri vardır. Ancak gerçekçi seçimler yapabilecek olmamıza karşın alışkanlıklarımıza göre ya da kendimizi nasıl görmeye alıştığımıza göre de birtakım kararlar verebiliriz. Özgürlük yaşamın en büyük sorumluluğudur. Yaptığımız seçimlerin yalnızca kendi üzerimizde değil, başkalarının üzerinde de büyük etkilerinin olacağını bilmemiz gerekir…

İnsan, kendi tasarımından başka bir şey değildir; kendi yaptıkları, kendisinin gerçekleştirdikleri ölçüde vardır; yaptıklarından ve edimlerinin toplamından oluşur…

Depresyonda Olma

Depresyonda olmanın, mutsuzluk, umutsuzluk, karamsarlık, yaptıklarından zevk almama, yaşam sevincini yitirme, kendimi kınama, bitkinlik, uyku ve yeme bozuklukları gibi belirtileri hemen herkes tarafından iyi bilinir. Ancak bu belirtilerin dışında, kişinin depresyonda olduğunun başka birtakım göstergeleri daha olabilir.

Çabuk kızma erkeklerde sık görülen bir depresyon belirtisidir, ancak kadınlarda da görülebilir.

Depresyondaki kişi, yaptığı işe odaklanmakta güçlük çektiği için unutkanlıklar yaşayabilir.

Kişi, depresyonda olduğu zaman, düşünmekte, karar vermekte ve sorunlarını çözmekte büyük güçlüklerle karşılaşabilir. Kararsızlıklar yaşayabilir. Ne yapması gerektiği, nasıl bir karar vermesi gerektiği konusunda bir türlü yol alamayabilir.

Depresyonda olan kişiler, sanki duyguları kendi denetimleri altında değilmiş gibi bir izlenime kapılabilirler; dolayısıyla denetim altına alabilecekleri başka birtakım durumların arayışı içine girerler. Kendi bakış açılarına göre, her şeyin “mükemmel” olmasına çalışmaya başlayabilirler.

Bütün bu belirtilerin yanı sıra, depresyondaki kişilerin baş ağrısı, karın ağrısı gibi birtakım bedensel belirtileri de olabilir. Migren ağrıları çekebilirler, sırt ve boyun ağrıları olabilir, göğüs ağrısı ya da eklem ağrısı çekmeye başlayabilirler.

Bu kişiler, kendilerini büyük bir boşlukta hissedebilirler, aldırmaz bir tutum içine girebilirler, her şey onlara anlamsız gelmeye başlayabilir. Hiçbir duyguyu yoğun yaşayamayabilirler. Duygusal uyuşukluk içinde olabilirler.

Depresyon hastalığı, herkesi daha değişik bir biçimde etkileyebilen bir hastalıktır. Kimisi yoğun bir üzüntü çekerken, kimisi kendisini büyük bir boşluktaymış gibi hissedebilir. Kimisi her şeye kızmaya başlayabilirken, kimisi “mükemmellik” arayışı içine girebilir.

Ama, unutulmaması gereken başlıca konu, depresyonun uygun bir tedaviye son derece iyi yanıt veren bir hastalık olduğudur.

Mutluluk ve Başarı Arasındaki İlişki

Yapılan bütün çalışmalar, mutlu insanların, arkadaşlık, evlilik, iş, gelir düzeyi ve sağlık gibi yaşamın değişik alanlarında başarılı olduklarını göstermiştir. Araştırmalar, mutlulukla başarı arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu göstermiştir. Gösterilen başarı, mutlu olmaya katkıda bulunurken; yaşanan mutluluk da, başarılı olmaya katkıda bulunmaktadır. Bütün diğer değişkenlerin eşit olması ön koşuluyla, mutlu insanların ilişkileri daha iyidir, işlerinde sürekli daha iyiye giderler, daha iyi ve daha uzun yaşarlar.

Mutlu insan, yaşamının bir amacı olduğu algısını taşımasının yanı sıra olumlu duygular yaşamanın da tadını çıkartan insandır. Bu tanım, tek bir anla sınırlı değildir, kişinin yaşantılarının genel bir bütünü ile ilişkilidir. Kişi, zaman zaman duygusal acılar çekiyor olsa da, genelde, yine de mutlu olabilir. Dolayısıyla mutluluğun iki ayağı vardır. Bunlardan biri, yaşadıklarından tat alma (yaşanan an’a ilişkin); diğeri, yaşadıklarında bir anlam bulmadır (geleceğe ilişkin).

Mutlu insanlar da birtakım iniş çıkışlar yaşarlar, ancak genelde olumlu bir tutum sergilerler. Çoğu zaman, çökkünlük, kaygı, öfke ve suçluluk duyma gibi olumsuz birtakım duyguları değil; sevinç duyma, keyif alma, zevk alma, hoşlanma gibi olumlu birtakım duyguları yaşarlar. Mutlu olabilmek için, ne gibi sınavlardan geçiyor olursak olalım, ne gibi acılar ya da sıkıntılar yaşıyor olursak olalım, yaşıyor olmanın tadını çıkartabiliyor olmamız gerekir.

Olumlu duygular yaşıyor olmak, mutluluk için gerekli, ancak yeterli değildir. Anlamlı bir yaşam sürüyor olmak da gerekir. Anlamlı bir yaşam derken, bir amacının olduğu bir yaşamdan söz edilirse de; burada, bir amacının olması demek, yalnızca kendine birtakım hedefler koymuş olmak demek değildir. Birtakım hedeflerinin olması, hatta bunlara ulaşıyor olmak, amaçlı bir varoluşun güvencesi değildir. Kendi kendimize koyduğumuz hedefler içsel olarak bizim için büyük bir anlam taşıyorsa, bunlara yürekten inanıyorsak, ancak o zaman, bir amacımız olduğu algısı içinde oluruz. Anlamlı bir yaşamımızın olabilmesi için, toplumun bize dayattığı ölçülerin ve beklentilerin ötesinde, bizim için özel önemi olan, kendi kendimize, kendi içimizde geliştirdiğimiz ve yürekten inandığımız birtakım amaçlarımızın olması gerekir. Burada önemli olan, amaçlarımızın, başkalarının beklentilerinden çok, kendi değerlerimizle ve tutkularımızla örtüşmesidir. Diğer yandan, kendi yeterliklerimizi ne ölçüde kullanabilirsek, kendimizi ne denli gerçekleştirebilirsek, kendimiz için o denli anlamlı bir yaşam sürdüğümüz algısı içinde oluruz.

Sağlıksız Olumsuz Duygulardan Kurtulmak

Başlıca üç sağlıksız olumsuz duygu olan, çökkünlük (depresyon), kaygı (anksiyete) ve öfke duymaktan kurtulmanızın, olmazsa olmaz, on bir yolu şunlardır:

1. Gerçekliklerle barışın… Hiçbir şey, siz öyle istiyorsunuz diye öyle olmak zorunda değildir. İçsel dayatmalarınızdan (-meli, -malı’larınızdan) kurtulmaya çalışın. Ruh sağlığını korumanın ön koşulu esnekliktir. Değiştirebilecekleriniz için değiştirme gücüne, değiştiremeyecekleriniz için katlanma gücüne, bu ikisini birbirinden ayırt etmek için akıl yürütme becerilerine sahip olmanız gerekir.

2. Başınıza gelen olayları korkunçlaştırmayın… Her şeyi gözünüzde büyütmeyin, pireyi deve yapmayın, pire için yorgan yakmayın. Ozan ne güzel söylemiş: “Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ta ki ayakları olmayan birini görene dek”.

3. Katlanılamazlık algınızı değiştirin… Nietzche’nin söylediği gibi, “Neden’i olan nasıl’a katlanır”; yeter ki, katlanmanızın kaçınılmaz olduğunu ya da başınıza gelenin ya da gelenlerin “katlanmaya değer” olduğunu düşünün.

4. Kendinizi koşulsuz kabul edin… Özünüzü sevin, kendinize olan sevginizi, “Ancak başarılıysam değerliyimdir, ancak güzelsem değer görürüm” gibi birtakım koşullara bağlamayın. Siz, zaten bir birey olarak, bir insan olarak değerlisiniz; ancak birtakım tutum ve davranışlarınız istendik sonuçlar vermiyorsa, bunları değiştirebilirsiniz. “Siz, davranışlarınız değilsiniz”; davranışlarınız iyi ya da kötü olabilir, bu sizin iyi ya da kötü olduğunuz anlamına gelmez.

5. Geçmişe takılıp kalmayın.. Geçmişiniz, bugün ona ne anlam yüklediğinizle sınırlıdır. Geçmişinizi değiştiremezsiniz, ancak geçmişinize bakış açınızı değiştirebilirsiniz. Bunun, sizin elinizde olduğunu hiç unutmayın.

6. Sorun çözme becerileri kazanın... Söylenmeyin, söyleyin ve bir çözüm yolu bulma arayışında olun. Nasıl bir çözüm yolu olabileceği konusunda düşünün, düşündüğünüzün işe yarar sonuç verip vermediğini deneyin. Aldığınız sonuca göre yeni bir çözüm yolu arayışına girin.

7. İletişim becerileri kazanın… Başkalarıyla, suçlayıcı “sen” diliyle değil, yaşadığınız duyguları da yanı sıra gösteren “ben” diliyle konuşun. Siz öyle istiyorsunuz diye, kimse sizin için değişmeyecektir; ancak siz kullandığınız dille, tutum ve davranışlarınızla, karşınızdaki kişide bir tutum ve davranış değişikliği yaratabilirsiniz.

8. Her türlü aşırı genellemeden kaçının (Bundan bile!..), olayları siyah ya da beyaz, “hep ya da hiç” olarak görmeyin. Tek bir siyah vardır ve tek bir beyaz, ancak grinin sonsuz tonu vardır, bunu unutmayın.

9. Önyargılarınızla yola çıkmayın, bir yargıya varmak için olabildiğince kanıt toplamaya çalışın. İstediğiniz sonucu elde edememişseniz, bugüne dek düşünegeldiğinizden daha değişik bir biçimde düşünmeye çalışın. Başkalarının, sizinkilerden daha değişik olan düşüncelerine de değer verin, herkesin sizin gibi düşünmüyor olmasına saygı gösterin. Rousseau, “Herkes benim gibi düşünüyor olsa, yanılmış olmaktan korkarım” demiş, ne güzel söylemiş. Çok sesliliğin bir zenginlik olduğunu göz önünde bulundurun.

10. Yeni bir veri ya da yeni bir kanıt elde etmemişseniz, düşüncelerinizle “geviş getirmeyin”. Aynı konuyu sürekli düşünüp durmak size bir yarar sağlamaz, yalnızca çökkünlüğünüzü ya da kaygınızı artırır; ancak yeni veriler elde ettikten sonra, düşünceleriniz üzerinde yeniden düşünmek size bir yarar sağlayabilir.

11. Mutluluğun bir “gümüş tepsi “de, size hazır olarak sunulacağını beklemeyin, bu hiç gerçekçi bir beklenti değildir. Mutlu olmak için çaba gösterin, “mutluluk eylemleri”ne girişin. (Ne gibi “mutluluk eylemleri”nde bulunabileceğinizi daha önceki bir paylaşımımda anlatmıştım…)

Çökkünlük, kaygı ve öfke gibi sağlıksız olumsuz duyguları yaşamaktan kurtulmak sizin kendi elinizdedir, yeter ki bu duygulardan kurtulmak ve mutlu olabilmek için siz gereğini yapın…