Ruhsal Olgunluk

Ruhsal olgunluk, üretken ve doyumlu bir yaşam sürmenin ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmanın öncelikli bir gereğidir. Ruhsal açıdan olgun olduğunuzun göstergeleri şunlardır:

• İnsanları, size nasıl davrandıklarına göre suçlamayı bırakmış, onların da, büyük bir olasılıkla, size öyle davranmalarını gerektiren, kendilerine özgü nedenlerinin, korku ve kaygılarının olduğunu anlamışsınızdır. Olayları kişiselleştirmemeyi öğrenmişsinizdir.

• Yaşamdaki çoğu şeyin siyah ya da beyaz olmadığını, grinin tonlarından oluştuğunu anlamışsınızdır. Olaylara “dogmatik” değil, değişik bakış açılarından bakmaya çalışıyorsunuzdur.

• Her şeyi bilmeyebileceğinizi kabul ediyorsunuzdur. Geçmişte bir yanlışınız olmuşsa, yine bir yanlışınızın olabileceğini artık biliyorsunuzdur. Kendi düşüncelerinize karşı bile esnek olmayı öğrenmişsinizdir.

• Öğrenmenin en iyi yolunun, bilmediğini bilmek olduğunu anlamışsınızdır. Bir kez bunu kabul edince, yeni bilgilere kapıyı aralamış olduğunuzu artık biliyorsunuzdur.

• Yaptığının her şeyin mükemmel olması gerektiği takıntısından kurtulmuşsunuzdur. Yapabileceğinizin en iyisini yapmakla yetinmeyi öğrenmişsinizdir. Çünkü, “Mükemmel’in, iyi’nin düşmanı olduğunu” artık biliyorsunuzdur.

• İleri düzeyde bir “aidiyet” göstermektense, kendine özgü bir birey olduğunuzun ayrımındasınızdır. “Ait olmak” adına, birtakım değerleri sorgulamadan benimsemektense, sorgulayıcı ve eleştirel bir tutumla, sürekli kendini yenilemeyi öğrenmişsinizdir. Bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olmaktansa, belirli bir görüşü benimsemeden önce yeterince bilgi sahibi olmaya çalışıyorsunuzdur. Yeni bilgiler, yeni veriler, yeni kanıtlar ortaya çıkması durumunda görüşünüzü değiştirmeye hazırsınızdır.

• Sürekli olarak, çok kendine özgü, çok özel biri olduğunuzu düşünmektense, başkalarıyla ortak yanlarınızı bulup, daha çok birliktelik kurmaya, daha çok insan tanımaya ve özel dostluklar kurmaya çalışıyorsunuzdur.

• Eylemlerin sözcüklerden daha yüksek sesli olduğu gerçeğinin ayrımındasınızdır. Birçok durumda doğruyu söyleyebilmek kolay, en doğrusunu yapabilmek öyle kolay değildir. Başkalarının sizin için ne denli değerli olduğunu onlara söylemektense, bunu onlara göstermenin yollarını bulmuşsunuzdur.

• Anababanızı bağışlamışsınızdır. Siz, mükemmel olmadığınız gibi, onlar da mükemmel değillerdi. Yaptıklarıyla, yapabileceklerinin ancak en iyisini yapabilmişlerdi. Onları, artık oldukları gibi sevmeyi öğrenmişsinizdir.

• İçinde bulunduğunuz olumsuz durumlardan ötürü başkalarını suçlamayı bırakmış, yaşadığınız güçlükleri bir öğrenme yaşantısı fırsatı olarak görmeye başlamışsınızdır.

• Yaşamınızda yolunda gitmeyen işlerden ötürü kendinizi suçlamayı bırakmışsınızdır. Bulunduğunuz konumu kabul etmişsinizdir ve yalnızca gösterdiğiniz başarılarla değil, yaptığınız yanlışlarla da artık kendinizi kabul ediyorsunuzdur.

• Dış görünüşünüzle kendinizden mutlusunuzdur. Göründüğünüzden daha değişik görünme çabasından kurtulmuşsunuzdur. Siz, her kimseniz, o’sunuzdur ve kim olduğunuzla barışıksınızdır. Çünkü, siz kendinizsiniz, bir başkası olamazsınız; bunu artık biliyorsunuzdur.

• Duyduğunuz bütün kaygı ve korkularınızın sağlıksız olmadığını artık biliyorsunuzdur. Kimi kaygı ve korkularınızın, gerekli önlemleri almak için birer uyarıcı olduğunu artık öğrenmişsinizdir.

• Başkalarının beklentilerine uygun olarak yaşamayı bırakmışsınızdır. Beklentilerinizde de kendiniz olmayı öğrenmişsinizdir. Kendi değerlerinize göre yaşamayı artık biliyorsunuzdur. Çünkü, kendinizin kim olduğuna karar vermezseniz, kim olacağınıza başkalarının karar vereceğini anlamışsınızdır.

İşte bütün bunları yapabiliyorsanız, ruhsal olgunluk kazanmışsınız demektir…

Tükenmişlik

Tükenmişlik, sürekli bir yorgunluk ve bitkinlik yaşama, kişinin yaptığı işe karşı bir “aidiyet”inin kalmaması ve kişinin yaptığı işte kendisini yetersiz hissetmesi ile belirli bir durumdur. Tükenmişlik, ilk kez, 1974 yılında, Herbert Freudenberger’in “Tükenmişlik: Büyük Başarının Yüksek Ederi” (“Burnout: The High Cost of High Achievement”) adlı kitabında yer almış olan bir kavramdır. En önemli belirtilerinden biri, kişinin işine karşı soğumasıdır. İşini yaparken kendisini çok zorlanıyor olarak hissetmesidir. Çalışma koşullarını ve çalışma arkadaşlarını artık benimseyemiyor olmasıdır. Kişinin böyle bir algı içinde olması, baş ağrısı, kas ağrıları ve sızıları, karın ağrısı gibi bedensel birtakım belirtilere de yol açabilir. Bu kişiler, kendilerini sürekli olarak yorgun hissederler. İçsel güçleri tükenmiş gibidir, hiçbir durumla baş edemeyecekleri algısı içindedirler. Yaptıkları işe odaklanmakta güçlük çekerler ve yaratıcılıklarını yitirmişlerdir. Depresyona girmeye yatkınlaşırlar. Kendilerini bitmiş tükenmiş olarak, sanki bir boşluktaymış gibi hissederler ve yaşam yükümlülüklerini artık yerine getirememeye başlarlar.

Bu kişiler, işe gitmekte ve işyerinde kalmakta güçlükler yaşamaya başlarlar. İşe giderken ayakları geri geriye gidiyor gibidir. İşyerinde geçirilen zaman bir türlü geçmek bilmez ve çalışma saatleri bir türlü bitmek bilmez. Kendilerini hiç üretken olarak hissetmezler. İşlerini yapacak gücü kendilerinde bulamazlar. Yapacakları işlerin altından kalkamayacaklarmış gibi bir algı içinde olurlar. Yapageldikleri işleri, eskisinden çok daha uzun zamanlarda yapabilirler. Yaptıkları işlerden artık bir zevk almamaya başlarlar ve kendilerini işlerine veremezler. Yaptıkları işe ya da iş arkadaşlarına katlanma güçleri kalmamıştır. Sinirli olurlar, kolay kızarlar. Bu durum, bağışıklık dizgesini de çökerttiği için, sık sık hastalanırlar, boğaz ağrısı, soğuk algınlığı, grip gibi hastalıkları sık sık geçirirler. Bütün bir gün kendilerini yorgun hissetmelerine karşın dinlendirici bir uyku da uyuyamazlar. Uykuya dalmakta ya da uykuyu sürdürmekte güçlük çekerler. Tükenmişlik durumu ilerledikçe, yaşanan mutsuzluk, yaşamın diğer alanlarına da kaymaya başlar. Evde ya da arkadaşlarıyla geçirdikleri zaman eskisi gibi mutlu etmemeye başlar. Geçmişte yapılan zevk verici etkinlikleri yapmak artık kişinin içinden gelmez.

Tükenmişlik yaşamanın nedenlerinden biri, zaman baskısı altında çalışmaktır. Kendilerinden yapmaları beklenen işi, yapacakları zamanlarının olmadığı algısı içinde olmalarıdır. Diğer bir neden, yöneticilerinden destek görememek ve onlarla iletişim içinde olamamaktır. Yöneticilerinden destek gören çalışanların tükenmişlik belirtilerini çok daha az yaşadıkları saptanmıştır. Tükenmişliğe yol açan etkenlerden bir diğeri, kişinin kendisinden beklenen işin açık seçik belirlenmemiş ve belirtilmemiş olmasıdır. Kendilerinden tam olarak ne beklendiğini bilemeyen çalışanlar ya da hep tekdüze işler yapmak durumunda kalanlar ve kendi gizilgüçlerini işe koşamayan insanlar, kendilerini daha kolay tükenmiş hissederler. İş yükünün altından kalkamamak da diğer bir nedendir. Ne denli çalışırsa çalışsın, işini bir türlü bitiremediği algısı içinde olanlar, kolaylıkla tükenmişlik duygusu içine girerler. Tükenmişlik yaşatan önemli diğer bir etken de, çalışanın kendisine adil davranılmadığını düşünmesidir. Kayırmacılık, emeğinin karşılığını alamadığını düşünme ya da bu konuda kendisine bir haksızlık yapıldığını düşünme ve iş arkadaşlarının kendisine kötü davrandığını düşünme gibi etkenler bunlar arasında sayılabilir. Bir de bu etkenlere, ortamda salgın bir hastalık olması, yaşam koşullarının ağırlaşması gibi dış birtakım etkenler eklenirse, tükenmişliğin belirtileri daha ağır yaşanır.

Tükenmişlik kavramı, bunun sürekli bir durum olduğu izlenimi yaratıyorsa da, bu geriye döndürülebilir bir durumdur. Kendisini tükenmiş olarak hisseden bireylerin iş ortamlarında birtakım değişiklikler yapmaları gerekir.

Tükenmişliğin üstesinden gelmek için öncelikle en çok zorlanılan konunun adı konmalı ve bunun için bir çözüm yolu olup olmadığı araştırılmalıdır. Bu, aşırı iş yükü olabilir, yaptığı işlerin üzerinde bir denetiminin olmadığı algısı olabilir, yeterince ödüllendirilmediği algısı olabilir, işyerindeki ilişkiler olabilir, kendisine adil davranılmadığını düşünmek olabilir ya da işyerinde bir değerler çatışmasının olması olabilir.

Ancak çoğu zaman başlıca neden aşırı iş yüküdür. Bunun için, başkalarının işlerini üstlenmekten kaçınılmalı, yetkinci (mükemmeliyetçi) olmaya çalışılmamalıdır.

Alınması gereken çok önemli diğer bir önlem, iş yaşamı ile yaşamın diğer alanları arasında keskin bir sınır çekmektir. Kişinin kendisine özel zaman ayırması gerekir.

Ayrıca, kişinin kendisine özen göstermesi gerekir. Dinlendirici bir uyku uyumaya çalışmalı, sağlıklı beslenmeli ve spor yapmak için kendine zaman ayırmalıdır. Yaşama karşı olumlu bir tutum sergileyen insanlarla daha çok zaman geçirmeli, kendisini aşağı çeken insanlardan uzak durmaya çalışmalıdır.

Tükenmişlik durumu kimi zaman depresyonla da örtüşebilir. Kimi uzmanlar, tükenmişliği “iş’le ilintili depresyon” olarak görme eğilimindedirler. Bir depresyon durumu söz konusu ise bu durumun da ayrıca ele alınması gerekir.

Sağlıklı İletişim

İletişim, duygu, düşünce ve bilgilerin bir kişiden, diğer kişiye, karşılıklı olarak aktarılması ve kişilerin birbirlerini anlamasıdır. Bütün bunları yeterince iyi yapabilmek için birtakım beceriler gerekir ve bunlar, geliştirilebilir olan becerilerdir. Daha çok bir arada zaman geçirmek durumunda kaldığımız bugünlerde, yakınlarımızla daha çok iletişim kurmak durumunda kalıyoruz. Kurduğumuz bu iletişimin sağlıklı olabilmesi için özen göstermemiz gereken birtakım konular vardır.

Sözgelimi, duygularımızı anlatırken, “Ben” dilini kullanmamız, diğer bir deyişle “Ben, kendimi … hissediyorum” deyişleri kullanmamız daha doğru olur. “Ben, çok kızgınım (çok kızgın hissediyorum)” ya da “Ben, çok kırıldım (kendimi çok kırgın hissediyorum)” diyebiliriz. “Sen” deyişlerinden kaçınmamız gerekir. Sözgelimi, “Beni çok kızdırıyorsun” demememiz gerekir. Bu, “Sen” deyişleri, eleştirici ve yargılayıcı bir hava verir ve hemen her zaman tartışmaya ve kavgaya yol açar. Diğer örnekler şunlardır: “Sen her zaman …”, “Sen hiçbir zaman …”, “Yanlışın var”, “…mamalısın”, “Böyle bir hakkın yok”, “Bu senin yanılgın”, “Beni çileden çıkartıyorsun”.

Genelde insanlar, kendilerine özen gösterilmesini ve beğenilmeyi beklerler. Kurulan iletişim sırasında insanların en büyük korkuları aşağılanmak, yargılanmak ya da suçlanmaktır.

O sırada, karşımızdaki kişiye kızgın bile olsak, ona katılmıyor bile olsak, ona saygı gösterdiğimizi ve onun, bizim için önemli olduğunu açıkça belirtmemiz gerekir.

Yaşanan sorunu, karşılıklı doyum sağlayacak bir biçimde çözmeye istekli olduğumuzu karşımızdaki kişiye bildirmemiz ya da hissettirmemiz gerekir.

Bir insan olarak karşımızdaki kişiyi eleştirmememeliyiz, onu kınamamalıyız. Bunları yaparak hiçbir şey kazanamayız. Karşınızdaki kişiye “kişisel olarak” saldırmakla, yaptığı bir davranış ya da düşündüğü bir konuyla ilgili olarak olumsuz birtakım söylemlerde bulunmak, birbirlerinden çok ayrı şeylerdir. Çünkü, “biz, davranışlarımız değiliz”. Davranışlarımız iyi ya da kötü olabilir, ancak bunlar bizim iyi ya da kötü olduğumuzu göstermez.

Dinleme ve kendini anlatma becerileri yalnızca birtakım yöntemlerdir. Gerçek iletişim, hem bize, hem de karşımızdaki kişiye saygı duyulan bir ortamdan kaynağını alır. Amacımız, haklılığımızı göstermek, karşımızdaki kişiyi suçlamak, ondan öcümüzü almak ise hiçbir iletişim becerisi bir işe yaramaz. Ancak amacımız bir sorunu çözmek ve karşımızdaki kişinin ne düşündüğünü ve ne hissettiğini anlamak ise, sözü edilen iletişim becerileri, çatışmaların çözülmesini sağlayacak ve başkalarıyla daha büyük bir yakınlık kurmamıza yarayacaktır.

Yaşantılarımızı açıksözlülükle paylaşırsak, bizim için önemli olan insanlar bizi anlayabilirler ve bizimle işbirliği yapma gereği duyabilirler. Bu, gözlemlerimizi ve gözlemlerimizle ilgili görüşlerimizi açıklıkla anlatmamızı, duygularımızı açığa vurmamızı ve insanların bizim ne istediğimizi bilmelerini sağlamamızı gerektirir. Bunlarla ilgili olarak eksiksiz bir geri bildirim vermemiz gerekir. Geri bildirim vermenin dört öğesi vardır:

(1) Gözlemlerimiz: Duyumlarınızın bize neler söylediğini bildiririz.

(2) Görüşlerimiz: Neler olup bittiğine ve bunların neden olduğuna ilişkin ne duyduğumuz ve ne gözlemlediğinizden yola çıkarak birtakım sonuçlar çıkartırız. Ne’yin iyi, ne’yin kötü olduğuna ilişkin birtakım çıkarımlarımız olur.

(3) Duygularımız: Olaylara karşı duygusal tepkiler geliştiririz.

(4) Gereksinmelerimiz: Belirli bir durumda ne istediğimizi anlatırız.

Eksik iletiler, yukarıdaki dört öğenin bir ya da birkaçını kapsamayan iletilerdir. Eksik iletiler, gereksiz yanlış anlamalara yol açabilirler. Ancak her iletişimde bunların hepsinin kapsanması bir koşul değildir. Ne zaman ve kiminle kurduğumuz iletişime bağlı olarak, bu öğelerin hepsinin kapsanmasının gerekli olup olmadığına karar verecek olan, biz, kendimiziz.

Kimi zaman, gönderilen iletilerin bir öğesinin eksik olmasından çok, iletinin bir yönünün kapalı dışavurumu bir sorun olur. Bu tür iletiler, özellikle dışavurulmayan duyguları ve gereksinmeleri içinde barındırıyorsa yıkıcı olur. İletinin önemli bir bölümü kapalı kaldığı için, bu tür iletilerin anlamını çözmek zor olur ve iletişim bozulur.

Sözgelimi, “Birliktelik yıldönümümüzde beni aramadığına inanamıyorum!” diyen bir sevgili düşünün. Bu iletide örtük duygular ve gereksinmeler vardır. Eksiksiz ileti şöyle olabilirdi: “Birliktelik yıldönümümüzde beni aramadın (gözlem). Bana öyle geliyor ki, birliktelik yıldönümümüzde beni aramak ve görüşmek senin için bir öncelik taşımıyor (görüş). Senin için önemsiz olduğum duygusuna kapılıyorum. Gerçekten incindim (duygu). Birliktelik yıldönümümüzü kutlayarak, birlikteliğimizin en az ilk günkü denli yolunda olduğunu anlamak, bunun yanı sıra birlikteliğimize ve bana değer verdiğini görmek isterdim (gereksinme).

Karşımızdaki kişiye eksiksiz bir ileti verebilmek için, kendi iç dünyamıza, karşımızdaki kişiye ve çevremize karşı yeterince duyarlı olmalıyız. Eksik ya da örtük iletiler yerine eksiksiz bir ileti verebilmek için, konuşmadan önce kendi iç yaşantımıza kulak vermeliyiz. Kendi kendimize şu soruları sormalıyız:

(1) Ne gözlemliyorum?

(2) Ne düşünüyorum?

(3) Ne hissediyorum?

(4) Ne istiyorum?

Nesnel gözlemlerimizi, yerleşik düşüncelerimizden, önyargılarımızdan ve çıkarıverdiğimiz sonuçlardan ayrı tutmaya çalışmalıyız. Görüş ve düşüncelerimizin sorumluluğunu almalıyız ve karşımızdaki kişi bunları bir saldırı gibi anlamayacak bir biçimde dışavurmalıyız. Duygularımızla bağlantı kurmalı ve bunları “Ben iletileri”ni kullanarak anlatmanın bir yolunu bulmalıyız. Ne istediğimizi belirtirken, karşınızdakine gözdağı vermeyen, onu yargılamayan ve suçlamayan bir biçimde, yalın bir anlatım kullanmalıyız. Dolayısıyla, karşımızdaki kişiyle sağlıklı bir iletişim kurar, dolayısıyla sağlıklı bir ilişki sürdürebiliriz…

Yaygın Kaygı Bozukluğu

Kaygılar, korkular, kuşkular, kuruntular yaşamın olağan kabul edilebilecek duygularıdır. Yakında bir sınava girecek olma, borcunu ödemede güçlük çekme, ortalıkta bir salgın hastalık olması gibi durumlar, kaygı uyandırması beklenen durumlardır. Ancak olağan günlük kaygı (OGK) ile yaygın kaygı bozukluğu (YKB) olarak adlandırılan durumda duyulan kaygı arasında birtakım ayrımlar vardır. Yaygın kaygı bozukluğunda duyulan kaygı aşırıdır, istenmeden gelen düşüncelerin ardından gelir, kişi kendini kaygılanmaktan alıkoyamaz, süreklilik gösterir ve kişinin işlevselliğini ileri derecede bozar.

Günlük yaşamın olağan kaygıları, günlük yaşam etkinliklerini bozmaz ve kişinin yükümlülüklerini yerine getirmesini engellemez. Oysa YKB’nda duyulan kaygı, kişinin işini yapmasını, birtakım etkinliklerde bulunmasını engeller ve toplumsal yaşamını zora sokar. OGK denetim altında tutulabilir, ancak YKB’nda duyulan kaygı denetim altında tutulamaz. OGK, hoş bir duygu olmasa da, belirgin bir sıkıntıya yol açmaz. Oysa YKB’nda duyulan kaygı son derece sıkıntı verici olur, kişiyi altüst eder. OGK, gerçekçi, özgül birtakım kaygı uyandıran durumlarla sınırlıdır. Oysa YKB’nda, her tür durum için kaygılanılır ve olabileceğin en kötüsünün olacağı beklentisi içinde olunur. OGK kısa sürer, YKB’nda duyulan kaygı, neredeyse her gün, gün boyu, aylarca sürer.

YKB olan herkesin benzer belirtileri olmaz; ancak çoğu kişide duygusal, davranışsal ve bedensel belirtilerin bir bileşimi görülür. Bunlar, çoğu zaman, dalgalanmalarla gider ve kişi zor altında kaldığında belirtiler daha da kötüleşir.

YKB’nda, kişinin aklından hiç çıkmayan sürekli birtakım kuruntular olur. Kişi, kaygısını denetim altına almakta güçlük çeker ve sanki ona, kaygısını durdurabilmek için yapacak bir şey yokmuş gibi gelir. Sanki, “elinde olmadan” birtakım düşünceler zihnini hep yokluyor gibidir, kişi bu düşünceleri zihninden uzaklaştırmaya çalışır, ama başarılı olamaz. Kişi, ayrıca, belirsizliğe hiç katlanamaz, gelecekte ne olacağını bilme beklentisi içinde olur. Büyük bir korku içindedir.

YKB’nda birtakım davranışsal belirtiler de olur. Kişi bir türlü gevşeyemez. Dinginliğin tadını çıkartamaz ve kendi başına kalamaz. Yaptığı işe odaklanmakta güçlük çeker. Kendini daralmış ve bunalmış hissettiği için, yapacaklarını erteleme eğiliminde olur. Kendisini kaygılandıracak durumlardan kaçmaya ya da kaçınmaya çalışır. Kolay kızma eğiliminde olur.

YKB’nda bedensel belirtiler de görülür. Kişi, kendini çok gergin ve sinirli hisseder, kasları gergindir ve vücudunda ağrı ve sızılar duyumsar. Uykuya dalmakta ya da uykusunu sürdürmekte güçlük çeker, çünkü zihni bir türlü susmak bilmez. Kendisini hep diken üzerinde, huzursuz hisseder. Kolay yorulur. Karın ağrıları çekebilir, bulantısı, ishali olabilir.

Böyle bir rahatsızlıktan kurtulmak için, diğer insanlarla yakın bir iletişimde ve etkileşim içinde olunmalı ve toplumsal bağlar kurulmalıdır. Konuşacak yakın birinin olması kişiye iyi gelir. Kişinin, eleştirilmeden, yargılanmadan dinlenmesi, dış uyaranlarla kesintiye uğramadan onunla konuşulması büyük yarar sağlar.

Bir başkasıyla yüz yüze konuşarak toplumsal etkileşimde bulunmak, yatışmanın en kolay yollarından biri olsa da, böyle bir kişi her zaman bulunamayabilir. Aşırı gerginlik durumlarında odağını değiştirmek de büyük yarar sağlar. Bir yürüyüşe çıkmak, sıcak bir banyo yapmak bile insana çok iyi gelebilir.

Süreğen kaygılardan kurtulmanın önemli bir yolu da olaylara yeni bir bakış açısıyla bakmayı öğrenmektir. İnsanlar, genellikle, kaygı ve kuruntularının başkalarından kaynaklandığını düşünme eğiliminde olurlar. Oysa, bunlar kişinin kendi kurguları, kişinin kendi düşüncelerinden kaynaklanan, kendi kendine yarattığı duygulardır. Tetikleyici etken dışarıdadır, ancak tepki olarak gösterilen “iç konuşma” sürüp gitmektedir. Doğmamış sorun için bir çözüm arayışında olunur ya da olabileceğin en kötüsünü düşünmekten kişi kendisini alıkoyamaz. Kişi, sanki düşünüp durarak, olabilecekleri önlüyor gibi bir algı içindedir. Böylece kendini koruyormuş gibi bir yanılsama içindedir. Ancak kaygılanıp duruyor olmak, son derece verimsiz bir çabadır, kişiyi yorgun düşürür. Gerçekte alması gereken önlemleri bile almasını güçleştirebilir.

İşlevsel ve işlevsel olmayan kaygıyı ayırt etmenin kolay bir yolu vardır. “Ya …sa” olasılıkları üzerinde sürekli düşünülüp duruluyorsa (“Ya okulu bitiremezsem”, “Ya borçlarımı ödeyemezsem”, “Ya hastalık bana da bulaşır, ölüp gidersem” gibi), bu işlevsel olmayan bir düşünceden kaynaklanan bir duygudur. Dolayısıyla akılcı olmayan düşüncelerden kurtulmanın yollarını bulmalı ve yaşamdaki belirsizliklere katlanmayı öğrenmelidir.

Bunların yanı sıra kişi sağlığına özen göstermelidir; yeterince uyku uyumalı, alkolden, sigara gibi nikotinli tütün ürünlerinden ve kafeinli içeceklerden uzak durmalı ve sağlıklı beslenmelidir. Bütün bu önlemler yeterli olmazsa bilişsel davranışçı terapi olarak adlandırılan terapi yöntemi konusunda özel eğitim almış bir uzmandan destek almalıdır.

Değişme

Karşımızdaki kişiyi nasıl değiştirebiliriz? Sıklıkla sorulan bu soruya verilecek yanıt çok yalındır. Biz, kimseyi değiştiremeyiz; kimse de, kimseyi değiştiremez. Ancak, başkalarının birtakım tutum ve davranışlarını değiştirmesine yardımcı olabiliriz, aracı olabiliriz ya da onlarda bir değişme isteği uyandırabiliriz. Karşımızdaki kişinin, birtakım istenmedik tutum ve davranışlarını (bağımlılıklarını ve sağlığa aykırı birtakım tutumlarının yanı sıra depresyon ve kaygı bozuklukları gibi durumlarda gösterdikleri tutum ve davranışlarını) değiştirmesine yardımcı olmanın ana ilkeleri şunlardır:

• “Akıl vermek” ya da ders vermeye kalkışmak değişmeyi sağlamaz; çünkü insanlar, kendi düşüncelerine daha çok inanırlar, kendi düşüncelerine daha çok güvenirler. Değişme, bir “dayatma” ile değil, kişinin “aklına yatma”sı ile gerçekleşir.

• Değişmek için, kişinin kendisinde bir istek uyanması gerekir. Kişi, kendisi istekli olmadıkça değişmek istemez ve değişmez.

• Değişmek için, kişinin, kendi değişme gerekçelerini kendisinin bulması ve bunları dile getirmesi gerekir. Kendisini konuşurken duyması gerekir. Kişi, konuştukça kendisini daha çok bulacaktır.

• Dolayısıyla, kişide değişme isteği uyandırmak için ve kendi değişme gerekçelerini kendisinin bulması için, onunla iletişimde daha çok dinlemede kalmak ve kendi kendisini bulmasına yardımcı olmak gerekir. Çünkü, Nietzsche’nin söylediği gibi, “Neden’i olan, nasıl’a katlanır”. Diğer bir deyişle, kişinin, değişmenin sancılı yolculuğuna girebilmesi için, değişecek olmasının kendince haklı nedenlerini çok iyi bulmuş ve bunları içselleştirmiş olması gerekir. Hiç kimse, başkası ona değişmesini söylediği için değişmez. İnsanlar, başkalarının kendilerine söylediklerini yapmaya değil, kendilerinin, kendi kendilerine söylediklerini yapmaya daha eğilimli olurlar.

• Karşımızdaki kişinin değişmesine yardımcı olabilmemiz için, onunla iyi bir ilişki kurmamız, yaptıklarıyla yüzleştirmek yerine iyi bir işbirliği içinde olmamız gerekir; bunun da olmazsa olmaz koşulu, ona ve onun düşüncelerine saygı duymak ve saygı göstermek ve kurulan iletişim ortamında kendisini güvende hissetmesini sağlamaktır. Kişinin yaşamını onun bakış açısından anlamak ve eşduyum (empati) yapmak gerekir.

• Kimse, karşısındakini kötü hissettirerek (yüzleştirerek, eleştirerek, yargılayarak, kınayarak, suçlayarak, damgalayarak, küçümseyerek, aşağılayarak, değersizleştirerek, bilgiçlik ya da üstünlük taslayarak, baskın çıkmaya çalışarak, ezerek vb.) değişmesine yardımcı olamaz. Kişide değişme isteği uyanması için, öncelikle kendisine ve kendi görüşlerine değer verildiğini görmesi, öncelikle kendisini iyi hissetmesi gerekir.

• Kişinin etkin katılımı olmadan değişme gerçekleşmez. Kişi, kendisi, değişme ile ilgili görüşlerini dile getirmeye başlamadıkça değişme süreci başlamaz. Söyleme eylemi, yapma yolunda atılan bir ilk adımdır.

• Değişme sürecinde, kişinin kişisel değerlerini anlamanın da büyük önemi vardır. Kişinin, kişisel değerleriyle gösterdiği tutumlar arasında bir uyuşmazlık, bir çelişki olduğunu görmesi ve anlaması, gösterdiği tutumları değiştirmesini sağlayabilir. (Bundan, onun kişisel değerleriyle görüş birliği içinde olunduğu ya da onun kişisel değerlerinin onaylandığı anlamı çıkmamalıdır.) Herkesin, “kendisi olma hakkı” vardır. İlk bakışta çelişkili gibi görünüyorsa da Carl Rogers’ın söylediği çok doğrudur: “Bir kimsenin değişmesine yardımcı olmak için önce onu ‘olduğu gibi’ kabul etmemiz gerekir.” Çünkü, bir insan olarak, koşulsuz değer verilmeyen ve kabul edilmeyen insanlar değişmeye direnç gösterirler Kişinin, kişisel değerlerinin açığa çıkarılması, ona, olabildiğince bunlara uygun bir biçimde yaşamaya çalışması gerektiğini düşündürebilir. Kişinin, kişisel değerleriyle davranış ve tutumları arasında bir uyuşmazlık, bir çelişki olduğunu anlaması, davranış ve tutumlarını değiştirmesini sağlayabilir.

• Kişinin değişmesine yardımcı olabilmek için bilgiçlik taslayarak üstünlük kurmaya çalışmak yerine ona özerklik tanımamız gerekir. Onun özgürlüğüne ve saygınlığına saygı duymalı, kendi kararlarını kendisinin vermesine ve kendi seçimlerini kendisinin yapabilmesine izin vermelidir. Ancak bu kapsamda kişi, kendi tutum ve davranışlarında bir değişiklik yapabilir.

• İnsanların değişmek için gereksindikleri gücün kendi içlerinde olduğu, bizim, ancak bunları uyandırmaya yardımcı olabileceğimiz gerçeğinden yola çıkmamız gerekir. Burada örtük ileti, “Neye gereksiniyorsan o sende var, bunları birlikte bulacağız” iletisidir. Dolayısıyla burada, kişinin eksikliklerine değil, güçlü olduğu yanlarına ve içsel kaynaklarına odaklanılmalıdır. Insanların, değişmenin sağlanabilmesi için harekete geçirilebilecek, kendi gizilgüçleri (potansiyelleri), isteklilikleri ve kaynakları vardır. Bunlar açığa çıkarılmalıdır.

Özetle, başta da söylediğim gibi, kimse kimseyi değiştiremez, kimse de, bir başkası öyle istediği için kendiliğinden değişmez. Kişinin davranış ve tutumlarını değiştirebilmesi için, önce kendisinin değişmeye gerek görmesi, bunun için kendi gerekçelerini üretmesi ve kendisinin, kendisinden aldığı güçle bu yolda adımlar atması gerekir. Ancak, onun, kendisinin, değişmeye gerek görmesine ve değişmek için kendi gerekçelerini üretmesine yardımcı olunabilir ve bu konuda ona aracı olunabilir. Yine Carl Rogers ne güzel söylemiş: “Eğitilmiş insan, nasıl öğreneceğini ve nasıl değişeceğini öğrenmiş olan insandır.”

(Burada anlattığım ilkeler, psikoloji ve psikiyatrinin temel görüşme yöntemlerinden biri olan “Değişmeye İsteklendirici Görüşme” [Motivational Interviewing] yönteminin ana ilkeleridir. Her bir ilkenin geçerliği yüzlerce araştırma ile desteklenmiştir. Türkiye’de bu konuda eğitim verme yeterliği tanınmış olan iki kişiden biri olduğum bu alanda bir telif kitabım [İsteklendirici Görüşme Yöntemi Elkitabı] bulunmaktadır. Ayrıca bu kuramı geliştiren Miller’in kitabının yeni baskısının çevirisi de yakında, benim yayın yönetmenliğimde yayımlanacaktır. Kitaplarımı, “www.babil.com” sitesinden edinebilirsiniz.)

Depresyon ve Kaygı Bozuklukları

Depresyon ve kaygı bozuklukları, çoğu zaman, kol kola giden bozukluklardır. Bu bozukluklardan birini yaşayanlar, çoğu zaman, bir başka aşamada, diğerini de yaşarlar. Depresyon tanısı konan kişilerin yaklaşık yarısında bir kaygı bozukluğu da saptanır. Çökkünlük kaygıya yol açabileceği gibi, kaygı da çökkünlüğe yol açabilir.

Yoğun bir kaygı içinde olma, korku duyma, belirsizlik ya da bilinmezlik içinde olma, insanlardan uzak yaşama gibi etkenler, zaman içinde, kişinin depresyona girmesine yol açabilirler. Bir kaygı bozukluğunun olması, kişinin depresyona girebileceğinin önemli bir göstergesidir.

Depresyonla kaygı bozukluğunun bir arada gittiği durumlarda, öncelikle depresyonun ele alınması ve tedavi edilmesi doğru olur. Depresyon belirtilerinde azalma, çoğu zaman, yaşanan kaygının yoğunluğunda da bir azalmaya yol açar, çünkü depresyon belirtileri sürdükçe kaygı körüklenir. Ayrıca, depresyon tedavisinde kullanılan ilaçlar, kaygının azalmasına da yardımcı olurlar.

Depresyonda olunduğunun başlıca belirtileri şunlardır:

  • Son birkaç haftadır, neredeyse her gün, gün boyu süren,
  • • Hiç tadının olmaması ve yaptıklarından zevk almama,
  • • Yaşam sevinci duymama, yoğun bir mutsuzluk duygusu yaşama ve çökkün olma,
  • • Canının hiçbir şey yapmak istememesi,
  • Yapacağı işlerin gözünde büyüyor olması, yapması gerekenlerin altından kalkamayacakmış gibi gelmesi,
  • Yaşamda olup bitenlerin anlamsız gelmeye başlaması, her şeyin boş gelmesi, yaşamla olan bağlarını koparma, yaşama bağlayan pek bir şeyin kalmamış olması,
  • Büyük bir aldırmazlık içinde olma, genel bir umursamazlık,
  • İçinin daralması, genel bir gerginlik içinde olma,
  • Çok sinirli olma, kolay kızma, her an parlayıverecek gibi olma,
  • Olaylar karşısında gözlerinin kolaylıkla doluyor olması, ağlamaklılık,
  • İçsel gücünün azalması, kolunu kaldıracak gücü kendinde bulamama, “dünya yıkılmış da altında kalmış” gibi hissetme, kendini sürekli olarak yorgun ve bitkin olarak hissetme,
  • Davranışlarında genel bir yavaşlama olması ya da tam tersine aşırı bir kışkırmışlık ve yerinde duramama durumu,
  • Kendi kendini suçlayıp duruyor olma, geçmişte yaptıklarından ötürü kendini kınıyor olma,
  • Kendine güveninin kalmaması, hiçbir şeyi başaramayacakmış gibi gelmesi, kendini değersiz hissetme,
  • Yaptığı işe kendini verememe, odaklanamama, unutkanlık, düşüncelerini toparlayamama, açık seçik düşünememe, kararsızlık,
  • Zamanın bir türlü geçmek bilmiyor olması,
  • Kendine özen göstermemeye başlama, özbakımını savsaklama,
  • Sevdiklerine yabancılaşma, içinden bir konuşma isteği gelmemesi, kimseyle konuşmak ya da görüşmek istememe,
  • Uyku sorunları yaşamaya başlama, sabah dinlenmiş olarak kalkmama,
  • Yemek yeme isteğinin azalması ya da artması, yediklerinden bir tat alamama, aşırı kilo verme ya da aşırı kilo alma,
  • Cinsel ilgi ve istekte azalma olması, cinsel işlev bozukluklarının ortaya çıkması,
  • Baş ağrısı, kas ağrıları ve sızıları, göğüs ağrısı, sırt ağrısı, karın ağrısı ve sindirim sorunları gibi bedensel birtakım belirtilerin ortaya çıkması,
  • Birden, aşırı ölçülerde alkol almaya başlama,
  • İçinin yanıyor olması, ruhsal acı çekme,
  • Geleceğini tasarlayamama, kendinde bir gelecek görememe,
  • Genel bir umutsuzluk ve karamsarlık içinde olma, hiçbir şeyin daha iyiye gitmeyeceğini düşünmeye başlama, kendisi için artık yapacak pek bir şeyin kalmadığını düşünme,
  • Başkalarına yük olduğunu düşünme,
  • “Yaşamaya değmez” olduğunu düşünme, ölse daha iyi olur diye düşünmeye başlama, “ölsem de kurtulsam” demeye başlama…

Depresyon tanısı konabilmesi için bütün bu belirtilerin bir arada olması gerekmez. Hiç tadının olmaması ve yaptıklarından zevk almama belirtisinin ya da yaşam sevinci duymama, yoğun bir mutsuzluk yaşama ve çökkün olma belirti kümesinin olmasının yanı sıra diğer belirtilerden birkaçının daha olması kişinin depresyonda olduğunu gösterir.

Depresyonun tedavisinde “uygun” antidepresan ilaçların kullanılması çok yararlı olmakla birlikte bilişsel davranışçı terapi yaklaşımlarıyla da kişinin kendisine, başkalarına ve dünyaya bakış açısı değiştirilmeye çalışılır. Dünya, bizim istediğimiz biçimde, olması gerektiği gibi değil, olduğu gibidir. Önce, bu gerçeklikle barışmamız gerekir. “Böyle olmamalıydı” diye anlamsız bir dayatmada bulunmak yerine, “Değil mi ki böyle oldu…” diye düşünmeye başlamamız ve başımıza gelenlerle baş etmeye çalışmamız gerekir. Olanların, olabileceğin en kötüsü olmadığını bilmemiz, başa gelenleri korkunçlaştırmamamız ve bunların altından kalkılamaz ya da katlanılamaz olduğunu düşünmememiz gerekir. Buradan olmak üzere, işlevsel düşünerek, yapılması gerekenleri yapmamız, alınması gereken önlemleri almamız gerekir. Çoğu zaman, “Ne olduğu değil, ne olduğuna nasıl tepki gösterdiğimiz” daha büyük önem taşır.

Ayrıca, sahip olduklarımızın değerini bilmeli, sağlığımıza, varlığımıza, sevdiklerimize ve bizi sevenlere özel göstermeliyiz. Sorunlar geçicidir, ancak sorunlar karşısında aldığımız kararlar ve takındığımız tutumlar kalıcı birtakım sonuçlar doğurabilir…

Zehirli İnsanlar

“Zehirli insanlar”, bize, kendimizi kötü hissettiren, çevrelerine olumsuzluk yayan ve bizi tüketen, diğer bir deyişle, tutum ve davranışlarının yanı sıra kullandıkları dille bizi zehirleyen insanlardır. Bu insanların ortak birtakım özellikleri vardır. Bu insanlar,

  • Başkalarının sınırlarına saygı duymazlar.
  • İstediklerini elde edebilmek için başkalarını “parmağında oynatma”ya çalışırlar.
  • Başkalarının gereksinmelerini göz önünde bulundurmazlar, bunları önemsemezler.
  • Başkalarıyla ve başkalarının yaşamıyla gerçekte ilgili değildirler.
  • Başkalarının değerlerini, inançlarını ya da yaptıkları seçimleri küçümserler.
  • Başkalarının duygularını görmezden gelirler ya da bunları anlamsız bulurlar (eşduyum [empati] yapamazlar).
  • Sürekli eleştiride bulunurlar. Sürekli yargılayıcıdırlar.
  • Konuşurlar, ama dinlemezler. Dinliyor gibi yapabilirler, gerçekte duymuyorlardır.
  • Sıklıkla yalan söylerler.
  • Başkalarının arkasından konuşurlar ya da dedikodu yaparlar.
  • Yaptıklarının sorumluluğunu almazlar ve genelde başkalarını suçlarlar.
  • Çok seyrek olarak özür dilerler. Özür dileseler bile, bu özürleri derin bir anlam taşımaz ve çoğu zaman yalancı bir özürdür.
  • Karşısındakilerin, kendi algılarından ve anlam dünyalarından ötürü kuşkuya düşmelerine yol açacak biçimde onlarla oynarlar. Karşılarındaki kişilerde, kişi sanki kendisini tanımıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. Karşılarındaki kişilerin kendi kendilerini sorgulamasına neden olurlar.
  • Uzlaşmacı değildirler.
  • Onlara göre, onlar her zaman haklıdırlar (ve karşılarındaki kişi hep haksızdır).
  • Başkalarından, kabul edilebilir olmayan birtakım beklentileri olabilir.
  • Kendilerine yardım edilmesini beklerler; ancak kendileri, başkalarına yardım etme konusunda genelde hiç hazır değildirler.
  • Özel günleri berbat ederler.
  • Başkalarının sağlığını, çalışma isteğini ve gücünü ya da genel esenlik durumunu çok olumsuz etkileyecek bir biçimde, onları baskı altında tutarlar, başkalarında sürekli bir kaygı yaratırlar.
  • Onlarla etkileşmek insanı kötü hissettirir.
  • Etkileşimlerinde, karşılarındaki kişinin içsel gücünü (enerjisini) tüketirler.
  • Yaptıklarının onların hakkı olduğu düşüncesi içindedirler.
  • Kuralların ve yasaların kendileri için geçerli olmadığını düşünürler.
  • Yükümlülüklerini yerine getirmezler, sürekli bir sorumsuzluk içindedirler.
  • Kendilerinin ya da başkalarının güvenliğini pek umursamazlar.
  • Çok sorunlarının olduğundan söz ederler ama hiç değişmek istemezler.
  • Edilgin-saldırgan (pasif-agresif) tutumlar sergilerler (surat asma, somurtma, asık suratlı olma gibi; yapmadıkları işler için hep bir özürleri vardır, işleri geciktirme, unutma, sürüncemede bırakma tutumları olur; kendilerine yapılanlar için hep bir içerleme, kırılma, gücenme, alınma içindedirler; övgüde bulunurlarken bile örtük bir eleştiri yaparlar).
  • Çok değişken ya da hiç öngörülebilir olmayan duygusal durumları ya da davranışları olur.
  • Birden, aşırı tepkiler gösterebilirler.
  • Kolaylıkla bağırıp çağırabilirler, sövüp sayabilirler; başkalarına ad takarlar.
  • Kimi zaman açıktan açığa saldırganlaşabilirler.
  • İstediklerini elde edemediklerinde öfke patlamaları gösterebilirler.
  • Ortaya çıkabilecek sonuçları düşünmeksizin, “akıllarına estiği gibi”, dürtüsel davranabilirler.
  • Yaptıklarından ötürü pek pişmanlık duymazlar, vicdan azabı çekmezler.

Özel birtakım kişilik özellikleri olan bu “zehirli insanlar”la baş etmenin başlıca yolu onlarla aramıza sınır koymaktır. Bunu yapmak öyle hiç kolay olmayabilir, ancak bunu yapmayı öğrenmek gerekir.

Bu insanlarla aramıza sınır koyduğumuz ve beklentilerimizi açıkça belirlediğimiz zaman, bize nasıl davranılmasını istediğimizi ve bizden neler bekleyebileceklerini onlara göstermiş oluruz. Sağlıklı ilişkilerin temeli sınır koymaya dayanır. Ancak kimi insanlar, kendilerine sınır konmasına direnç gösterebilirler ve bunun için tartışmaya girebilirler; bizi gözardı etmeye çalışabilirler, bizi ellerinde oynatmaya kalkışabilirler, bize gözdağı verebilirler, gözümüzü korkutmaya çalışabilirler, kaba güç gösterilerinde bile bulunabilirler. Bu insanların, bu gibi davranışları sergilemelerinin önüne geçemesek bile, açık sınırlar belirlemeyi öğrenmeli ve bu gibi durumlarda kendimize özellikle özen göstermenin yollarını bulmalıyız. İnsanlar, bizim koyduğumuz sınırlara saygı göstermeyebilirler, ancak bu gibi durumlarda nasıl tepki göstereceğimiz yine bize kalmıştır.

Kimi sınırlarımız diğerlerinden daha önemlidir. Neleri kabul edebileceğimizi ve neleri kesinlikle kabul edemeyeceğimizi ve bunları tartışma konusu bile yapmayacağımızı belirlememiz ve bunu açıkça belirtmemiz gerekir. Karşımızdaki kişi, koyduğumuz sınırları zorluyorsa, ne denli uzun bir süre buna katlanabileceğimizi de açıkça belirlememiz gerekir. Önce kendimiz, kendi içimizde, kendi değerlerimizden yola çıkarak sınırlarımızı doğru belirleyebilmeli, daha sonra bunları açıkça dile getirebilmeli, bu konuda kararlılığımızı göstermeli ve keskin bir duruş sergilemeliyiz. Başkaları, yalnızca biz öyle olmalarını istiyoruz diye öyle olacak ya da daha değişik olacak değildirler; biz, ancak, belirlediğimiz sınırlar da içinde olmak üzere, onlara karşı gösterdiğimiz tutumlarla, onların bize karşı nasıl davranabileceklerini onlara gösterebiliriz. Herkes, davranışlarının sonuçlarına katlanmak durumunda kalacak ve eninde sonunda bunlardan bir ders çıkartacaktır. Karşımızdakilerle bir tutum değişikliği yaratmak istiyorsak, önce kendimiz, onlara karşı bir tutum değişikliğine gitmemiz gerekir…

Depresyon Hastalığı

Depresyon hastalığı, alkol ya da alkol dışı madde bağımlılıklarını tetikleyebileceği gibi bunun tersi de olabilir. Bilimsel verilere göre, yeğin depresyonu olanların yaklaşık üçte birinde alkol kötüye kullanımı da vardır. Alkol ya da uyuşturucu ve uyarıcı madde bağımlılığı olanların yarısından çoğunda da, eşlik eden bir ruhsal hastalık daha bulunduğu saptanmıştır.

Çünkü bu kişiler, yoğun bir üzüntü duyma, mutsuz olma, kendini kınama ve suçluluk duyma ya da özgüvenlerinin kalmaması gibi, yaşadıkları depresyon belirtilerini yatıştırmak için, alkol ya da madde kullanmaya başlayabilirler. Ancak bu maddelerin etkisi kalkınca, yaşadıkları depresyonu yönetmek için bu kez daha çok madde kullanırlar.

Ayrıca, depresyondaki kişiler, genelde toplumsal etkileşimlerden kaçma eğiliminde olurlar, dolayısıyla daha çok kendi başlarına zaman geçirirler. Kendi başlarına kalınca da, alkol ya da alkol dışı madde kullanmaya daha çok eğilim gösterirler.

Alkol ya da madde kullanımınızın önemli bir sorun olup olmadığını ve özel bir tedaviyi gerektirip gerektirmediğini belirleyebilmeniz için kendi kendinize sormanız gereken beş temel soru vardır. Çünkü bağımlılık, çoğu zaman, yavaş gelişen ve ilerleyen bir “hastalık”tır. Alkol ya da madde kullanmaya, bunu denetim altında tuttuğunuz algısıyla ve sözde sağlıklı bir biçimde başlamış olabilirsiniz; ancak ilerleyen zamanla birlikte, denetiminizi sürdürüp sürdüremiyor olduğunuzdan emin olamadığınızı görmeye başlayabilirsiniz. Kendi kendinize sormanız gereken sorular şunlardır:

1. Aynı etkiyi sağlayabilmek için giderek daha çok mu kullanmaya başladınız? Bir zamanlar, bir kadeh şarapla gevşeyebiliyorken, aynı etkiyi sağlayabilmek için artık bir şişe içmek durumunda kalıyorsanız, bir bağımlılık sorunu yaşıyor olabilirsiniz.

2. Yoksunluk belirtileri yaşıyor musunuz? Vücudunuz, kullandığınız herhangi bir maddeye alışmaya başlayınca, ona karşı bir dayanıklılık (tolerans) geliştirir. Bu da bağımlılığın diğer bir bedensel belirtisinin ortaya çıkmasına yol açar. O da yoksunluktur. Hangi maddeyi kullandığınıza bağlı olarak, söz konusu maddeyi kullanmadığınızda, terleme, ürperme, çarpıntı, el titremesi, uykusuzluk, bulantı ya da kusma, karın ağrısı, baş ağrısı, kas ağrısı ve sızıları, kaygı, bunaltı, daralma ve sinirlilik, yorgunluk ve başka birçok belirti yaşayabilirsiniz. Bu gibi belirtiler ortaya çıkar, çünkü vücudunuz kullandığınız maddeye artık bağımlı olmuştur. O madde olmayınca, vücudunuz, benzer bir işlev görmek için sendelemeye, bocalamaya başlar. Bütün bu belirtiler, bedensel bağımlılık geliştiğinin belirtileri olarak yorumlanır.

3. Tasarladığınızdan daha çok mu kullanıyorsunuz? İstediğinizden ve kullanmaya başlarken tasarladığınızdan daha çok kullanıyor olmanız, bir bağımlılık geliştiğinin önemli bir göstergesidir. Alkol ya da madde kullanan çoğu kişi, kullanımlarını denetim altında tutabilecekleri yanılsaması içindedir. Yalnızca bir kadeh ya da bir kez kullanacaklarını söylerlerken, kendilerini durduramadıklarını görürler. Sıklıkla böyle bir duruma düşüyorsanız, bir bağımlılık sorununuz var demektir.

4. Bu tutumunuz, yaşamınızı olumsuz bir biçimde etkiliyor mu? Alkol ya da madde kullanımı, kişinin yaşamını olumsuz bir biçimde etkilemeye başladığı zaman, artık önemli bir sorun olmuştur diye kabul edilebilir. İşe geç gitmeye ya da gidememeye başlamışsanız, bu yüzden sevdiklerinizle ters düşmeye başlamışsanız, toplumsal yükümlülüklerinizi yerine getiremiyorsanız, sağlık sorunları ya da yasal birtakım sorunlar doğmaya başlamışsa, bir bağımlılık geliştirmişsiniz demektir. Bağımlılık geliştiğinin örtük başka birtakım belirtileri daha vardır. Gün boyu kullanmayı düşünüyorsanız, bunu çok istiyorsanız ve içiniz gidiyorsa, elde etmek için olmadık yollara başvurmaya başlamışsanız, bu yüzden birtakım toplumsal etkinliklerinizi ertelemeye başlamışsanız artık sorun başlamış demektir.

5. Alkol ya da madde kullanma tutumunuzu değiştirmek için çabaladınız ve başarısız mı oldunuz? Bunun için çabalamış, ancak başarısız olmuşsanız, artık bir uzman yardımına gerek olduğu ortadadır.

Alkol ya da madde kullanıyor olmak, yaşamınızı olumsuz bir biçimde etkiliyor ise, yanlış birtakım kararlar vermenize yol açıyorsa ve bu yüzden kendinizi tehlikeye atıyorsanız, ortada büyük bir sorun var demektir. Bu sorun, yaşadığınız depresyondan ya da başka bir ruhsal hastalıktan kaynaklanıyor olabileceği gibi, kendi başına da bir sorun olabilir. Bunun artık bir sorun olduğunu görmek, bir değişiklik yapmak üzere atılacak ilk adım olacaktır. Alkol ya da madde kullanımınızı denetim altında tutamadığınız konusunda kendinize karşı dürüst davranarak, bir uzmana başvurma yolunu seçebilirsiniz…

Pasif Agresif Tutum

Edilgin-saldırgan (pasif-agresif) tutum, kişinin, bir çatışmaya girmekten korktuğu için, yaşadığı öfkesini bastırma ve öfke duygusunu daha edilgin yollarla dışa vurma, dolaylı yollarla gösterme tutumudur. Somurtma, surat asma ve küsme; birden konuşmamaya başlama ve sessiz kalma; sürdürülen karşılıklı konuşmayı, “Her neyse!”, “Tamam sen haklısın, uzatmayalım!” gibi sözlerle, birden kesmeye çalışma; verilen hiçbir işe hemen başlamama ya da hiçbir işi zamanında bitirmeme ve erteleme; verilen işleri doğru düzgün yapmama ve neden böyle olduğu sorulduğunda, hep sözde nedenler bulma; yolunda gitmeyen işler için sürekli birtakım özürler bulma ve hiçbir yanlışını kabullenmeme; unutma ya da unuttuğunu söyleme; sürekli geç kalma; sürekli söylenme, sızlanma ve yakınma; sürekli olarak başkalarını eleştirme ve suçlama; gereksiz yere ayak direme ve örtük aşağılama, edilgin-saldırgan tutum için verilebilecek örneklerdir. Bunlar, genellikle “sinsi” ve kişinin karşısındaki kişiyi “çileden çıkartan” davranışlar olur. Bu gibi davranışlar için Türkçe’mizde çok güzel deyimler vardır. Yapılması güç olan bir işi, daha da güçleştirme davranışı için “yorgunu yokuşa sürme” deyişi kullanılır ya da bir isteği yerine getirmemek, bir işi yapmamak için geçersiz birtakım nedenler, engeller gösterme tutumu için “ipe un serme” deyişi kullanılır. Bunların her biri edilgin-saldırgan davranış ya da tutumlardır.

Sıklıkla edilgin-saldırgan tutumlar sergileyen insanlar, genellikle olaylara olumsuz bakan insanlardır. Sürekli olarak, yeterince değer görmediklerinden ve yanlış anlaşıldıklarından yakınırlar. Onlara göre, hiçbir şey, onların yaptıkları yanlışlardan kaynaklanmamıştır. Sürekli olarak, başkalarını eleştirme, başkalarını suçlama eğiliminde ve haklı çıkma arayışında olurlar, dolayısıyla kendi yetersizliklerinin açığa çıkmasının önüne geçmeye çalışırlar. Kendilerine hep haksızlık yapıldığı düşüncesi içindedirler. İşler kendi istedikleri gibi gitmezse, kendilerini geri çeker, surat asar ve somurturlar. Üstlerini tanımama, onlara saygı göstermeme eğiliminde olurlar (“O ne bilir!”) ve sürekli bir direnç gösterme eğiliminde olurlar. Söyledikleriyle yaptıkları arasında, genellikle derin bir uçurum vardır.

Edilgin-saldırgan tutum, ilk kez, İkinci Dünya Savaşı sırasında Albay William Menninger tarafından, askerlerin verilen komutlara dolaylı uyumsuzlukları olarak, verilen komutlara karşı çıkmama, ancak tam olarak yerine getirmeme bağlamında tanımlanmıştır.

Başkalarının edilgin-saldırgan tutumlar sergilediklerini anlamak genellikle kolay olur, ancak kendimizin böyle birtakım tutumlar sergileyip sergilemediğimizi nasıl anlayabiliriz? Yaptıklarından ötürü birine hemen surat asıyor ve somurtuyorsak, bizi üzen insanlardan hemen uzaklaşıyorsak, kızdığımız bir kişiyle iletişimimizi hemen kesiyor ve ona küsüyorsak, anlamlı bir iletişim kurmak yerine, sürekli alaycı bir dil kullanıyorsak, birilerini cezalandırmak adına, bize verilen işi ya da işleri erteliyorsak, geciktiriyorsak ya da elimizden geleni yapmıyorsak, edilgin-saldırgan tutumlar sergiliyoruz demektir. Bu gibi durumlarda, yaşadığımız gerçek duyguları anlamalı ve bunları uygun bir biçimde dile getirmenin yollarını öğrenmeliyiz ya da sağlıksız olumsuz duygularımızı, olumsuz bile olsa, sağlıklı seçenekleriyle değiştirebilmek için akılcı düşünmeyi öğrenmeliyiz.

Karşımızdaki kişinin edilgin-saldırgan tutumlarıyla başa çıkabilmek için de atmamız gereken birtakım adımlar vardır. Bunlardan birincisi, karşı karşıya kaldığımız edilgin-saldırgan tutumu olabildiğince hızlı tanımaktır. Çünkü, bu tutum yeterince erken tanınmazsa, böyle bir tutumla sürekli karşı karşıya kalmak bizi bunaltabilir ve tüketebilir. Daha sonra, karşımızdaki kişiye, kendisinden ne beklediğimizi, beklentilerimizin neler olduğunu açık seçik belirtmemiz gerekir. Edilgin-saldırgan tutum sergileyen insanlar, çoğu zaman, karşılarındaki kişilerin öfkelendiklerini ve kendilerine bağırıp çağırdıklarını, dolayısıyla asıl sorunun kendilerinde değil, karşılarındaki kişide olduğunu, kendilerince göstermeye ve kanıtlamaya çalışırlar. Yaptıklarından ötürü başkalarında suçluluk duygusu uyandırarak, elde etmek istediklerini elde etmeye çalışırlar. Biz de, yaşadığımız öfkeyi olabildiğince denetleyerek, bu oyuna gelmememiz ve sürdürülen ilişkiyi bu kısır döngüden kurtarmamız gerekir. Oynanmak istenen oyunda taraf olmayınca, oyun kendiliğinden bozulacaktır. Ayrıca kurulan iletişimde, karşı saldırgan bir tutum izlemek yerine, kendimizi doğru ortaya koymamız gerekir. Gerçekleri doğru dile getirmeli ve görüşlerimizi açıkça söylemeliyiz. Karşımızdaki kişinin davranışlarının bizde ne gibi etkiler yarattığını bilmesini sağlamalıyız. Bunların ötesinde, bir başkasından bir istekte bulunduğumuz ya da bir başkasına bir iş buyurduğumuz zaman, ne gibi bir beklentilerimizin olduğunu açıkça ortaya koymalı, bu beklentilerin karşılanmaması durumunda ne gibi sonuçlar doğurabileceğini açıklıkla belirtilmeliyiz. Bunların yanı sıra, yolunda gitmeyen bir işte, kendi yanlışlarımızı ya da ortak bir eylemde kendi payımıza düşen yanlışları da kabul etme olgunluğunu göstermeliyiz, ancak her şeyin sorumluluğunu üzerimize alarak işin kapanması kolaycılığına da kaçmamalıyız. Ancak, “Unuttum” özürünü kabul etmeyebiliriz. Bizim için önemli konuları açıkça belirtmeli ve bunların unutulmaması gerekliliğine vurgu yapmalıyız. Öte yandan, bizim de, kimi zaman, edilgin-saldırgan tutumlar sergileyebileceğimizi göz önünde bulundurmalı, kendi kızgınlık duygumuzun ayrımında olmalı ve bunu öfkeye dönüştürmeden, uygun bir biçimde dışa vurmalıyız.

Edilgin-saldırgan insanlar yoktur. Edilgin-saldırgan tutum ve davranışlar vardır. Ayrıca edilgin-saldırgan tutum bilinçli bir seçim de değildir. Böyle bir tutum sergileyenlerin büyük bir çoğunluğu kendi gücenikliklerinin ya da kızgınlıklarının ayrımında bile değildirler. Genelde, “Özel bir nedenim yok, yalnızca unuttum”, “Bilerek, isteyerek yapmadım” ya da “Geç kalmamın bu denli büyük bir sorun yaratacağını bilemezdim” gibi sözler söylerler. Sergiledikleri davranışların, başkaları üzerindeki etkilerini göremezler ve eleştiriye aşırı duyarlı olabilirler. Bütün bu nedenlerden ötürü, öncelikle, gerek kendimizin, gerekse karşımızdaki kişinin sergilediği, edilgin-saldırgan tutumları erken tanımalı, bunun olası nedenlerini doğru anlamalı; ardından, iletişim becerilerimizi ve sorun çözme becerilerimizi işe koşarak ve akılcı düşünerek, bu işlevsel olmayan tutumun değiştirilmesine ve bir daha yinelenmemesine çalışmalıyız.

Bağışlama

Bağışlamak (affetmek), öç alma gereksinimini bırakmak ve yaşanan acı ve gücenikliğin getirdiği olumsuz düşüncelerden ve duygulardan kurtulmak olarak tanımlanabilir. Bağışlamak, kendi kendimize verdiğimiz bir armağan olarak görülebilir.

Bağışlamanın aşamaları şunlardır:

  • Çektiğimiz acıyı ve bizde yarattığı sıkıntıyı anlar ve bunu olduğu gibi kabul ederiz.
  • Bu duyguları, bağırıp çağırmadan ya da karşı bir saldırıda bulunmadan, kimseyi incitmeden dışa vururuz.
  • Bundan sonrası için, bize karşı başka haksız davranışlarda bulunulmasından kendimizi koruruz.
  • Bağışlanacak kişinin bakış açısını ve öyle davranmasının nedenlerini anlamaya çalışırız. Duyduğumuz öfkenin yerine daha yumuşak duyguların almasına çalışırız. Kızmakta haklı olduğumuz gerçeği, öfkelenme duygusunun işlevsel olduğunu ya da bir yararının olacağını göstermez. Duyduğumuz öfkeyi beslememeliyiz.
  • Kurduğumuz ilişkideki konumumuzla ilgili olarak önce kendimizi bağışlarız.
  • Bundan sonra bu ilişkiyi sürdürüp sürdürmeyeceğimize karar veririz.
  • Sözel olarak ya da yazarak bağışlama eyleminde bulunuruz. Kişi ölmüş ya da ulaşılabilir değilse bile, yine de duygularımızı bir mektup biçiminde yazıya dökebiliriz.

Bağışlamak ne değildir?..

  • Bağışlamak, unutmak ya da olmamış gibi davranmak demek değildir. Anılarımızı denetleyemeyebiliriz, ancak ne’ye odaklanacağımız bize kalmıştır. Olan olmuştur ve biz, çektiğimiz acıyı yaşamayı bir yana bırakıp, çıkarılacak dersi çıkarmak durumundayız. Thomas Szasz, “Aptal insanlar, ne bağışlarlar, ne de unuturlar; saf insanlar, bağışlarlar ve unuturlar; akıllı insanlar, bağışlarlar, ancak unutmazlar” demiştir.
  • Bağışlamak, yapılan davranışla ilgili olarak karşımızdaki kişinin özürünü uygun bulmak (yaptığı davranışı mazur görmek) demek değildir. Yapılanı doğru bulmasak bile bağışlayıcı olabiliriz.
  • Bağışlamak, karşımızdaki kişinin bizi inciten davranışlarını sürdürmesine izin vermek demek değildir. Onun geçmişte yaptıklarına ya da gelecekte yapabileceklerine göz yummak demek de değildir.
  • Bağışlamak bir duygu değildir. Bağışladıktan sonra herkes benzer bir içsel dinginliğe (iç huzuruna) kavuşacak demek değildir. Bağışlamak, daha iyi duygular yaşatacaktır, ama bunların niteliği ve derinliği kişiden kişiye değişecektir.
  • Bağışlamak, barışmak da demek değildir. Bağışladığımız kişiyle barışıp barışmamak ya da aramıza bir sınır koyup koymamak verilecek ayrı bir karardır.

Bağışlamak tek bir kararla başlar, ancak orada bitmez. Bağışlamak bir süreçtir, bir yolculuktur. Bağışladığınızı düşünmüş bile olsanız, yaşadığınız acı, incinmişlik duygusu yine de zaman zaman aklınıza gelecektir. Dolayısıyla yalnızca bağışlamaya karar vermiş olmak kendi başına yeterli olmayabilir. Belki de, her gün, yeniden bağışlamanız gerekebilir. Zamanla bu giderek daha kolay olacaktır. Dolayısıyla bağışlamak yalnızca bir karar değildir, bir tutumdur, bunun bir zihin alışkanlığına dönüşmesi gerekir. Gerçekte bağışlamak, bağışlayacağımız kişiyle değil, kendi kendimizle kurduğumuz yeni bir ilişkidir.

Bağışlamak ve bırakmak öyle kolay yapılıverecek eylemler de değildir; ancak öcünü alıncaya dek, öç alma duygusunu sürdürmek, kin gütmek, bundan çok daha zordur; bizi yıpratır. Çünkü kin gütme duygusu taşımak, borçlu olmak gibidir, insana, ödenmesi gereken bir borcu var gibi hissettirir; kendi başına bir yük getirir. Bu süreci kolaylaştırmak için yapılabilecek birtakım girişimler vardır. Birini bağışlamakta güçlük çekiyorsanız, ona, yaşadığınız bütün duyguları belirten ve bunları neden artık yaşamak istemediğini açıklayan bir mektup yazın. Yazdığınız bu mektubu göndermek zorunda değilsiniz, daha sonra bu mektubu yırtıp atabilir ya da yakabilirsiniz. Bu mektubu yazmak bile yeterince bir boşalma ve arınma sağlayacaktır. Böylece, taşıdığınız aşırı “yük”ü sırtınızdan indirmiş olursunuz. Smedes’in belirttiği gibi “Bağışlamak, bir tutsağı salıvermek ve bu tutsağın da bizim kendimiz olduğunu bulmaktır”; bağışlamak, yeni bir başlangıç yapmak ve özgürleşmek demektir. Başkaları, bağışlanmayı hak etmiyor olabilirler, ancak biz, bağışlayarak, sağlayacağımız içsel dinginliği (iç huzurunu) hak ediyoruz.

Ancak, bağışlamak kişinin içinden gelmelidir. Kişi, bağışlamak için başkalarınca zorlanamaz. Bağışlayabilir ya da bağışlayamayabilirsiniz. Kimi zamanlar, bağışlamak öyle kolay olmayabilir. Gerçekten, içten içe bunu hissetmiyorsanız, bağışladığınızı söylemek boşunadır. Bağışlayamamasına karşın bağışladığını söylemeye çalışmak, kendi duygularına karşı gelmektir ve çökkünlüğe uğratabilir. Bu gibi durumlarda akılcı bir yaklaşım Oscar Wilde’ın yaklaşımı olabilir. Oscar Wilde, “Size kötülük yapanları bağışlayın, hiçbir şey onları daha çok kızdıramaz” demiştir; çünkü kimi insanlar (zehirli insanlar), kötülük yapmaktan, güçlerini kötüye kullanmaktan, başkalarını elinde oynatmaktan, kavgadan ve karşı bir tepki yaratarak, karşılarındakine yanlış yaptırmaktan beslenirler. Öç alma duygunuzu bir türlü bastıramıyor ve bir türlü bağışlayamıyorsunuz, olaya böyle bir bakış açısıyla da yaklaşabilir ve böylece çok akılcı bir biçimde “öcünüzü almış” olabilirsiniz. Marcus Aurelius, ne güzel söylemiş: “Öç almanın en iyi yolu, öç alınacak kişiye benzememektir”.

Bayramlar, birtakım duyguları daha yoğun yaşadığımız özel zamanlardır, bizim için yüklü olayları düşünmek ve bu gibi girişimlerde bulunmak için bize iyi bir fırsat yaratırlar. Bunu kullanabilirsiniz…

Bayramınız kutlu olsun, iyi bayramlar…

(Yanlışlıkla silinen bu yazımı yeniden paylaşıyorum…)