Sevgi Türleri

Birçok biliminsanı, iki tür sevgi arasında keskin bir ayrım yapar. Bunlardan tutkulu sevgi, coşku dolu bir sevgi olsa da, karşısındakini yüceltmeye dayalı bir sevgi olduğu için kalıcı olmaz. Zamanla, yüceltilmiş kişiyle, gerçek kişi arasındaki ayrım kendisini gösterir.

İkinci tür sevgi biçimi olan sevecen sevginin dört öğesi vardır. Bunlar, bir başkasıyla olmak, bir başkasıyla yapmak, bir başkasıyla kalmak ve bir başkasıyla büyümektir.

Bir başkasıyla olmak demek, karşısındakini kabul etmek, ona saygı duymak (kendine saygı duymayı da içerir) ve karşılıklı olarak birbirine eşit olmak demektir.

Bir başkasıyla yapmak demek, bireysel ilgi alanlarının, etkinliklerinin ve amaçlarının yanı sıra eşi ile de etkinlikleri ve amaçları paylaşmak ve ortak ilgi alanlarının olması demektir. Birlikte yapmak, birbirine yardımcı olmayı, birbirini rahatlatmayı ve korumayı da içerir.

Bir başkasıyla kalmak demek, kişiler arasında bir bağlılık, bir yakınlık olması demektir.

Bir başkasıyla büyümek demek, yaşam sürecinde değişmek kaçınılmaz olduğuna göre, birlikte değişme isteği içinde olmaktır. Eşlerin değişme hızları ve değişme yönleri belirli bir ölçüde benzer olmadıkça ilişki kalıcı olmayabilir.

Birbirine iyi bir arkadaş gibi davranan, birbirine saygı ve sevgi duyan, eşduyum yapan, çatışmalarını anlayışla, hoşgörüyle ve yumuşak bir biçimde çözen eşlerin mutlu birlikteliklerini sürdürebildikleri görülür.

Felsefe Bağlamında Sevgi

Sevgiyi felsefe bağlamında ele alan düşünürler, sevginin birtakım türlerinin olduğunu ileri sürmüşler:

• “Mani”, adından da anlaşılacağı üzere, abartılı ve taşkın bir sevgidir ve bir ölçüde olağandışıdır. “Seni istiyorum, ancak sana yakınlaşmaktan korkuyorum” ya da “Seni istiyorum, ancak senden nefret ediyorum” gibi deyişler buna uygun deyişlerdir. Bu tür bir sevgi, öfke patlamaları, yoğun tartışmalar, çekip gitmeler, kıskançlıklar ve barışmalarla gider.

• “Ludus”, bir sevgi oyunudur. Hoş ve sığdır. Bağlılık yoktur, ancak karşılıklı bir eğlence vardır. Eşin, eşi bulunmaz olması gerekmez. Tutkunun izleri vardır, ancak Eros’da olduğu denli yoğun değildir.

• “Pragma”, bilgiyi ve doğruyu yaşam için yalnızca bir araç olarak gören, eylemleri sonuçlarıyla, başarılarıyla değerlendirme yaklaşımına (pragmatizm, pragmacılık) dayalı bir sevgidir. Kişi, “doğru eş”in arayışı içindedir, tarama çizelgesinde yer alan her özelliği arar (evine iyi bakacak, iyi bir baba, yakışıklı, güzel vb.).

• “Eros”, yoğun, tutkulu ve birbirini yücelten bir sevgi türüdür. Eros sevgisi temelde bir istemedir. Bu tür sevgide bir güven ya da bağlılık olmadığı için, eşler birbirlerinden kuşkulanırlar, mutsuzluk ve acı yaşarlar.

• “Fili”, arkadaşlığa dayalı bir sevgidir. Eğlenceli, mutlu, paylaşmalı bir sevgidir. Sevmek demek, birinin varlığı demektir. Cinsellik ve tutku olursa da, bunlar başlıca itici güç değildirler.

• “Agape”, benliğin gözardı edildiği, verici ve daha çok karşısındakinin iyiliği için olan sevgidir. Kişi, karşısındakini kabullenir, onu korur, özveride bulunur, ancak bir karşılık beklemez (sevgi bile).

İlişkiyi Sürdürmenin Yolları

Bir ilişkiyi iyi bir biçimde sürdürmenin yolları şunlardır:

• Eşinizi ya da sevgilinizi eleştirecekseniz, kendisini ya da kişiliğini değil, tutum ve davranışlarını eleştirin.

• Onu aşağılamaya ve küçümsemeye kalkmayın, ona saygı duyun.

• Onu sürekli olarak denetim (kontrol) altında tutmaya çalışmayın.

• Her fırsatta kendinizi savunmaya kalkmayın.

• Onu, “Her nasılsa, hep yanımda” (“çantada keklik”) diye görmeyin.

• Ona ve yaptıklarına ilgi gösterin ve ilginizi gösterin.

• Kendinizi ondan uzak tutmayın, iletişim içinde olmaya, iletişim kurmaya çalışın.

• Tartışmalarınız sırasında, en son söyleneceği ilk söylemeyin.

• Eşiniz, eve ya da yanınıza geldiğinde, televizyon izlemeyi ya da başka bir işle oyalanmayı sürdürmeyin.

• Yetiştiğiniz aileden edindiğiniz değer yargılarınızı gerekiyorsa bırakın, onlara sıkı sıkıya sarılmayın, yeni bakış açılarına açık ve birbirinize karşı esnek olun.

Karşılıklı sevgi, çok istendik bir durum olsa da, elde etmek hiç öyle kolay değildir. Bunun nedeni, doğru eşi bulmanın zor olmasından çok, karşılıklı sevgiyi sürdürmenin çok emek istiyor olmasındandır.

Kötücül Özseverlik (Narsisizm)

Narsisist (özsever) kişilik bozukluğu olan kişiler, büyüklenen (kibirli), üstünlük düşlemleriyle uğraşıp duran, özel ve eşi benzeri bulunmaz biri olduklarına inanan, sürekli beğenilmek isteyen, kendilerine özel ayrıcalıklar tanınması beklentisi içinde olan, kendi çıkarları için başkalarını kullanan, başkalarıyla eşduyum (empati) yapamayan, sıklıkla başkalarını kıskanan ya da başkalarının kendilerini kıskandığını düşünen, kendini beğenmiş davranış ve tutumlar sergileyen kişilerdir.

Narsisist kişilik bozukluğunun değişik türleri de vardır. Bunlar arasında, aşırı bir övgü ve ilgi beklentisi içinde olan “büyüklük taslayan narsisistler”; büyük bir kaygı içinde olan ve sürekli bir destek görme arayışında olan “kırılgan narsisistler” olduğu gibi, başkalarına çok kötülüğü dokunan “kötücül (malign) narsisistler” de vardır.

Kötücül narsisistler, başkalarını parmağında oynatırlar ve amaçlarına ulaşma yolunda kimleri kırıp döktüklerini hiç umursamazlar. Dünyaya siyah ya da beyaz olarak bakarlar ve başkalarını ya dost ya da düşman olarak görürler. Ne pahasına olursa olsun kazanmak isterler ve başkalarına büyük bir acı yaşatırlar; arkalarında büyük bir düş kırıklığı ve gönül yarası bırakırlar. Başkalarına yaşattıkları acı hiç umurlarında değildir.

Kötücül narsisistler, genelde dış görünümlerine çok önem verirler. Herhangi bir başarıları olmasa bile herkesten üstün olarak görülmek isterler. Başarılarını ve yeteneklerini abartırlar, hatta bu konularda yalanlar bile söyleyebilirler. Başarı, güç, güzellik, çekicilik gibi konular hep gündemlerindedir. Çok çekici ve ilgi uyandıran bir ilk izlenim bırabilirler; ancak derinlikten yoksun, sığ insanlardır. Başkalarıyla oynarlar. Kötü tutum ve davranışlarını başkalarına yüklerler (yansıtma). Konuşmaları tekellerine alırlar ve kendilerinden aşağı gördükleri insanları küçümserler ve onlara tepeden bakarlar. Başkalarını kendi çıkarları için kullanmaktan hiç geri durmazlar. Başkalarının duygularını ve gereksinmelerini görmedikleri gibi, onlara bir değer de vermezler. Başkalarını incitmekten hiç pişmanlık duymazlar ve yararlarına olacağını bilmedikçe başkalarından özür bile dilemezler. Yaşamda sorumluluklar almak istemezler, ancak her şeyin en iyisine sahip olmayı isterler ve bunun hakları olduğuna çok inanırlar. Eleştirilmeye hiç gelemezler ve aşağılanmaları ya da kendilerine saygısızlık yapıldığını düşünmeleri durumunda, hiç duraksamaksızın karşı saldırıya geçerler, karşılarındakileri paylarlar. Kendileri odaklıdırlar, benmerkezcidirler. Duygularını ve davranışlarını tanımakta ve yönetmekte büyük güçlük çekerler. Genelde kendilerini güvende hissetmezler ve içten içe kendilerini çok güçlü olarak da görmezler. Hiç kimseye güvenmezler ve başkalarına karşı kuşkucu (paranoid) bir tutum sergilerler.

Özetle, kötücül narsisizm, toplumdışı (antisosyal) kişilik özelliklerini ve kuşkuculuğu (paranoid) da içinde barındıran bir kişilik bozukluğudur. Bu kişilerin yüksek konumlara geldikleri sık görülür, çünkü bu konuma gelmek için, güç ve kontrolü elde etmek için “gözlerini budaktan esirgemezler”. Ancak, genellikle, özel yaşamlarında öyle çok başarılı değildirler. Iş yaşamlarındaki başarı, toplumsal ve özel yaşamlarında başarıyı birlikte getirmez. Çevrelerinde “yalancı olumlu” bir etki bıraktıkları, çevrelerindekileri etkiledikleri ve birçok insanın, bu kişilerin gerçek niyetlerini anlayamadan, bu kişilerin peşine takıldığı sık görülür…

Yetersiz, Kendini Bilmez

Psikolojide, “Dunning-Kruger Etkisi” diye bilinen önemli bir kavram vardır. Dunning-Kruger Etkisi, kimi insanların, kendilerini, olduklarından daha akıllı ve daha yeterli gördüklerine ilişkin bilişsel önyargılarına verilen addır. Yetersiz insanların, kendi yetersizliklerini görme yetilerinin olmadığını belirtir. Kendini bilmezlikle, düşük bilişsel yetilerin bir arada olması, kendi yetersizliklerini görmemelerine ve yeterliklerini abartmalarına neden olur. (Ben, buna, “Hem bilmez, hem de kendini bilmez” diyorum.)

Bu kuram, David Dunning ve Justin Kruger adlı iki psikoloğun çalışmalarından köken almıştır. Yaptıkları araştırmalarda, dilbilgisi, gülmece, mantık gibi sınamalardan en düşük değerleri alanların, kendilerini oldukları yerden çok daha iyi bir yerde gördüklerini saptamışlardır. Bu araştırmalarda, yetersiz insanların yalnızca yetersiz olmakla kalmayıp, yetersizlik düzeylerini tanımakta da büyük güçlük çektikleri gösterilmiştir. Bu kişiler, kendilerini, olduklarından daha iyi, daha bilgili ve daha yeterli olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla dayanaksız bir özgüven içinde oldukları bulunmuştur. Böyle düşünüyor olmalarının da, inançları, verdikleri kararlar ve giriştikleri eylemler üzerinde büyük bir etki yarattığı gösterilmiştir.

Özetle söylenecek olursa, yetersiz insanlar,

kendi bilgi ve beceri düzeylerini abartmakta,

başkalarının bilgi ve becerilerini, ayrıca uzmanlıklarını göremedikleri gibi,

kendi yanlışlarını, bilgi ve beceri yetersizliklerini de görememektedirler.

Dunning, herhangi bir işte iyi olmak için gerekli bilgi ve beceri sahibi olma niteliğiyle, söz konusu işi yapmak için yeterli olduğunu bilme niteliğinin benzer nitelikler olduğuna vurgu yapmıştır. Dolayısıyla, kişinin böyle genel bir yeterliği yoksa, işi yapmakla ilgili yeterliği olmadığı gibi, yapamayacağına ilişkin yetersizliğine ilişki içgörüsü de genellikle yoktur.

Bu kişiler, kendilerine dışarıdan bakıp, kendi davranışlarını ve yeterliklerini de göremezler. Kendileri için, oldukça sınırlı bir biçimde ancak öznel bir değerlendirme yaparlar. Bu sınırlı bakış açısından baktıklarında, kendilerini çok becerikli, çok bilgili ve başkalarından üstün olarak görürler.

“Cehalet cesaret verir.” Herhangi bir konuda çok az bilgisi olan kimi insanlar, bilinmesi gereken her şeyi bildiklerini düşünüyor olabilirler.

Öte yandan, konunun uzmanlarının düştüğü yanılgı da, başkalarının kendileri denli bilgi sahibi olduklarını düşünüyor olma yanılgısıdır.

Dunning ve Kruger’e göre, kişinin herhangi bir konuda bilgi ve deneyimi arttıkça, özgüveni giderek daha gerçekçi bir düzeye gelir. İnsanlar, ilgilendikleri herhangi bir konuda giderek daha çok öğrendikçe, kendi bilgi ve yeterlilik düzeylerini giderek daha çok sorgulamaya başlarlar. Daha sonra, giderek daha çok bilgi sahibi oldukça ve konuda uzmanlaşmaya başlayınca da, özgüvenleri yeniden artmaya başlar.

“Dunning-Kruger Etkisi” görülen kişilerin, bir de önceki paylaşımımda sözünü ettiğim “Karanlık Üçlü Kişilik Özellikleri” (narsisist, Makyavelci, psikopat) de gösteren kişiler olduklarını bir düşünün… Baş etmek öyle hiç kolay olmasa gerek!..

Mutlu Olma Sorumluluğu

Mutluluk bir sorumluluktur. Sizin sorumluluğunuzdur, sizin sorumluluğunuzdadır… Birçok insan, mutlu olmak için, bir olayın olmasını, bir başkasının ya da başkalarının kendisini mutlu etmesini bekler. Başkalarının sizi mutlu etmesini beklerseniz, çoğu zaman büyük bir düş kırıklığı yaşarsanız. Mutluluğundan sorumlu olmak demek, mutsuzluğundan ötürü başkalarını ya da koşulları suçlamamak demektir. Mutluluğundan sorumlu olmak demek, başkalarının olumsuz davranışlarına karşın ve dış etkenlerden bağımsız olarak mutlu olabilmeyi başarabilmek demektir. Mutluluk, kişinin başına gelen ya da karşılaştığı olaylar, içinde bulunduğu koşullar, yaşantılar ya da yaşanan deneyimlerden çok, kişinin bunlara karşı gösterdiği tutuma bağlıdır.

İnsanlar, çoğu zaman, altından kalkılması zor bir durumla karşılaştıklarında, bu sorumluluklarını kolaylıkla unutabilirler ve mutluluğu elden bırakmadan, nasıl dingin bir biçimde, işlevsel tepki gösterebileceklerini göremeyebilirler.

Dışımızdaki birçok etken, bize daha iyi yaşam koşulları sunabilir, ancak mutluluğun kaynağı bunlar değildir. Ünlü psikiyatrist Viktor Frankl, “Elimizden alınamayacak tek bir özgürlüğümüz vardır, o da hangi durumda nasıl bir tepki göstereceğimizi seçme özgürlüğümüzdür. Özgürlüklerimizin en sonuncusu, herhangi bir durumda, nasıl bir tutum takınacağımızı seçme özgürlüğümüzdür” demiştir.

Diğer bir deyişle, “Özgürlük, hangi yükü taşıyacağını seçmek” demektir. Sorumluluklarınızdan kaçabilirsiniz, ancak sorumsuzluklarınızın sonuçlarından kaçamazsınız.

Mutluluk bir seçimdir… Duygularınızı seçebilirsiniz. Kimsenin mutluluğunuzu çalmasına izin vermeyebilirsiniz. Mutlu olabilmek için, size sevinç kaynağı olabilecek ve mutluluk yaşatacak ve size zarar vermeyen birtakım “mutluluk eylemleri”nde bulunabilirsiniz. Üretken olmaya ve kendinizi gerçekleştirmeye çalışabilirsiniz; günlük olaylar içinde yuvarlanıp gitmeden yaşamınızı yapılandırabilirsiniz, yaşam resminin bütününü görmeye çalışabilirsiniz; dışadönük olabilir ve insanlarla iyi bir iletişim içinde olabilirsiniz; yaşamınızda sevdiğiniz kişiler ve sevdiğiniz özel bir kişi olabilir; içinde bulunduğunuz anda yaşayabilir, geçmiş için kendini eleştirip kınamaktan, gelecek için gereksiz kaygı ve kuruntulardan uzak durmaya çalışabilirsiniz; iyimser düşünebilir, umut taşıyabilir ve olumsuz duygulardan uzak durmaya çalışabilirsiniz. Mutluluğun kaynakları bunlardır…

Kendinizi olduğu gibi kabul edin… Denetiminiz dışındaki olayları olduğu gibi kabul edin…. Değiştiremeyeceklerinizi olduğu gibi kabul edin… Kendinizi başkalarıyla karşılaştırmayı bırakın. Kendinizi, bugün bir başkasıyla karşılaştırmaktansa, dün kim olduğunuzla karşılaştırın. “Kendini sevmek demek, özgüvene sahip olmak demek, kendininin başkalarından daha iyi olduğunu düşünmek değil, kendini başkalarıyla karşılaştırma gereği duymamaktır.” Kendinizi, kendi içinizde değerlendirin. “Dün olduğumdan daha iyi olmak istiyorum” dediğiniz sürece, dünyaya yeni bir bakış açısıyla bakmaya başlayacak, yaşama daha çok anlam yükleyecek ve belirli bir amacınız olacaktır. “Dünya, bizim ona verdiğimiz anlam dışında hiçbir anlam taşımaz.”

Bugün ne için bir gönül borcu duyuyorsunız (şükrediyorsunuz)? Bunları her gün yeniden bulmaya çalışın ve günlüğünüze yazın. Her gün aynı şeyleri yazmayın. Gönül borcu duyduğunuz şeyleri her gün yeniden yeniden bulmaya çalışırsanız, yaşama daha olumlu bakmaya çalışacaksınız. Yaşamın olumlu yanlarını, olumsuz yanlarından daha çok görmeye başlayacaksınız.

Mutluluk, ulaşılacak bir yer değildir, bir alışkanlıktır, bir düşünme alışkanlığıdır. “Siz izin vermedikçe, hiçbir olay ya da hiçbir kimse, size, kendinizi kötü hissettiremez, sizi mutsuz edemez.”

Kendinizi gerçekleştirmeyi, kabullenmeyi, gönül borcu duymayı ve yaşamınızı dolu dolu yaşamayı öğrendikçe, yaşam doyumunun tadını çıkartacak, ayrıca yaşamın güçlükleriyle daha kolay başa çıkabildiğinizi göreceksiniz… Böylece sorumluluğunuzu yerine getirmiş olacaksınız…

Benlik Kavramı

Benlik kavramı, kişinin kendisiyle ilgili olarak ne düşündüğünü, kendisini nasıl gördüğünü, nasıl değerlendirdiğini ya da nasıl algıladığını anlatmak üzere kullanılan bir kavramdır.

Carl Rogers, benlik kavramının üç öğesinin olduğundan söz etmiştir:

1. Kendinize bakış açınız (benlik algısı),

2. Kendinize ne denli değer verdiğiniz (benlik saygısı ya da benlik değeri),

3. Gerçekte nasıl olmak istediğiniz (ülküsel [ideal] benlik).

Kendinizi nasıl gördüğünüz olarak tanımlanabilecek benlik algısı gerçeği yansıtmayabilir. Sözgelimi, anoreksiya nervoza olarak adlandırılan bir yeme bozukluğu olan bir kişi, çok zayıf olmasına karşın, kendisinin şişman olduğunu düşünüyor olabilir. Kişinin benlik algısı, anababa eğitimi, arkadaşlar, basın yayın organları gibi çok değişik birtakım etkenlerden etkilenir. “Ben kimim?” sorusuna, dış görünüş (uzun boylu olmak, renkli gözlü olmak gibi), toplumsal konum (öğrenci olmak, ev kadını olmak, işsiz olmak gibi), kişilik özellikleri (dürtüsel davranıyor olmak, eliaçık olmak, kırılgan olmak gibi), varoluşsal özellikler (soyut deyişlerdir, “Evrende ufacık bir noktayız, belki bir nokta bile değiliz ama her birimiz birer evreniz” demek gibi) bağlamında yanıtlar verilebilir.

Benlik saygısı, kendinize ne denli değer verdiğinizle ilgilidir. Buna benlik değeri adı da verilir. Kendimize ne denli kabul gösterdiğimiz ya da kendimizi ne denli onayladığımızla ilintilidir. Benlik saygımız yüksek ise, diğer bir deyişle kendimize karşı olumlu bir bakış açısı sergiliyorsak, kendi yeteneklerimize, becerilerimize ve yeterliğimize güven duyar, kendimizi olduğu gibi kabul eder, başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğüyle ilgili olarak pek kaygılanmaz ve genelde iyimser oluruz. Benlik saygımız düşük ise, diğer bir deyişle kendimize karşı olumsuz bir bakış açısı sergiliyorsak, kendimize güvenmeyiz, başkaları gibi olmak ya da görünmek isteriz, başkalarının bizimle ilgili ne düşündüğü ile ilgili olarak bir kaygı içinde ve genelde kötümser oluruz.

Ülküsel benlik, nasıl biri olmak istediğimizle ilintilidir. Kendinizi nasıl gördüğünüzle (benlik algısı), nasıl olmak istediğiniz (ülküsel benlik) birbirleriyle örtüşmüyorsa, bu, kendinize verdiğiniz değeri etkiler. Dolayısıyla, benlik algısı, ülküsel benlik (ego ideali) ve benlik saygısı arasında yakın bir ilişki vardır.

Hepimiz sevilmeye, saygı gösterilmeye gereksiniriz. Ancak, kendine saygı duymayanın, başkalarına saygı duyması çok güçtür. Diğer bir deyişle, kendinizi sevmedikçe, başka hiç kimseyi sevemezseniz.

Peki, başkalarından beklediğiniz saygıyı siz kendi kendinize nasıl gösterebilirsiniz? Kendinize saygı göstermenizin, kendinizi sevmenizin başlıca yolları şunlardır:

• Başkalarının görüşlerinin sizi çok etkilemesine, sizi kontrol etmesine izin vermeyin. “Ancak başkaları beni severse, ben ‘sevilebilir” biri olduğumu düşünürüm ve ben kendimi sevebilirim” demenin bir anlamı yoktur. Kendinizi sevmenizin bir dış koşula bağlı olması gerekmez.

• Kendinizle ilgili olarak kötü konuşmayın. Kendinizi, eksikliklerinizle, yaptığımız yanlışlarla tanımlamayın. Çünkü siz, davranışlarınız değilsiniz. Tutum ve davranışlarınızı beğenmiyor iseniz bunları değiştirebilirsiniz, ancak bunlar sizi kötü bir insan yapmaz. Kötü davrandığınızda, kötü bir insan olmuş olmazsınız, kötü davranışları olan bir insan olmuş olursunuz. Kendinizi kınamadan davranışlarınızı kınayabilirsiniz. Herkesin bir insan olarak, koşulsuz bir değeri vardır. Herkesin, bir insan olarak, eşit bir değeri vardır. Dış etkenler bu değerinizi ne artırır, ne de azaltır. Bu değerin kazanılması ya da kanıtlanması gerekmez.

• Yalnızca onaylanmak ya da arkadaş edinmek üzere, bir başkası olmanız ya da istemediğiniz bir eylemde bulunmanız için, başkalarının üzerinizde baskı kurmasına izin vermeyin.

• Kendi değer yargılarınızın, törel (ahlaki) değerlerinizin dışına çıkmayın. “İyi düşünürseniz, iyi davranırsınız ve iyi davranırsanız, kendinizi daha iyi hissedersiniz.”

• Duygularınızı denetim altında tutmayı öğrenin. Kendini sevebilmenin ve kendine saygı gösterebilmenin bir yolu da, başta öfke duygusu olmak üzere, duygularını denetim altında tutabilmeyi öğrenmek; dolayısıyla gösterdiği tepkilerden ötürü utanç duymamak, başkalarıyla olan ilişkilerini bozmamak ve kendine olan saygısını yitirmemektir.

• Bilgi dağarcığınızı artırın. Yeni ilgi alanları bulun ve yeni tutkular geliştirin. Bir eğlence uğraşınız (hobiniz) olsun. Olabildiğince öğrenmeye çalışın. Dünyayı daha derinlemesine ve daha esnek görmeye başlayınca daha anlayışlı olacaksınız. Kanıta dayalı düşünmeyi öğrenince, görüşlerinizde daha esnek ve başkalarının görüşlerine daha açık olacaksınız.

• Sorumluluk taşıyın. Yükümlülüklerinizi yerine getirin. Yaptıklarınızda ne denli anlam bulursanız, kendini o denli daha çok seversiniz.

Benlik değeri, kendiliğinden bulduğumuz bir değer değil, yarattığımız bir değerdir.

Yaşamın Kuralları

Yaşamın yedi kuralı:

1. Geçmişinizle barışın, böylece geleceğinizi tehlikeye atmayın.

2. Başkalarının sizinle ilgili ne düşündüğü, sizin için öyle çok önemli olmamalıdır.

3. Mutluluğunuzun tek sorumlusu, siz, kendinizsiniz.

4. Yaşamınızı başkalarınınkilerle karşılaştırmayın, karşılaştırma yalnızca mutsuz eder.

5. Zaman neredeyse her şeyi iyileştirir, zaman tanıyın.

6. Düşünüp durmayı bırakın. Bütün yanıtları alamıyor ve her şeyi bilmiyor olmanızda bir sakınca yoktur.

7. Gülümseyin. Dünyanın bütün sorunları sizin değil…

Toplumsal Kimlik

Toplumsal kimlik, kişinin, hangi toplumsal kesime bağlı olduğuna ilişkin kendi algısıdır. “Toplumsal kimlik kuramı”nı geliştiren Tajfel adlı psikolog, kişinin bağlı olduğunu düşündüğü toplumsal kesimin (aile, “hemşerilik”, futbol takımı, siyasal parti, din gibi) önemli bir övünme kaynağı olduğunu ve kişinin benlik saygısına bir katkı sağladığını öne sürmüştür. Toplumsal bir kesime bağlı olmak, insanlara toplumsal bir kimlik ve ilişkinlik (aidiyet) kazandırmakta ve toplumsal bir varlık olduklarını hissettirmektedir.

İnsanlar, kendi benlik algılarını geliştirmek için, bağlı oldukları toplumsal kesimin değerini ve önemini abartma eğiliminde olurlar. Diğer yandan, bağlı olmadıkları toplumsal kesime ilişkin ayrımcı bir tutum sergileyerek ve onlara karşı birtakım önyargılar içinde olarak, yine benlik algılarını geliştirmeye çalışırlar.

Böylece, dünyayı, “biz” ve “onlar” olarak keskin kutuplara ayırmaya çalışırlar. Bu çaba ne denli yoğunsa, ne denli keskin bir kutuplaştırmaya gidiliyorsa, kişinin benlik algısının o denli yetersizliklerle yüklü olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kişiler, toplumsal kesimleri, “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” olarak diye adlandırırlar. Toplumsal kimlik kuramına göre, “bizden olanlar”, kendi benlik algılarını yüceltmek için, “bizden olmayanlar”a karşı ayrımcı bir tutum sergilerler.

Toplumsal kimlik kuramının ana varsayımı, “bizden olanlar”ın, kendi benlik algılarını yüceltmek için, sürekli olarak, “bizden olmayanlar”ın olumsuz özelliklerini bulmaya çalışıyor olmalarıdır.

Bunu yapmak için de, bağlı oldukları toplumsal kesim içinde yer alanlar arasındaki “benzerlikler”i ve bağlı oldukları toplumsal kesimle, bağlı olmadıkları toplumsal kesim arasındaki “farklılıklar”ı çok abartma eğiliminde olurlar ve bunları keskinleştirirler. Bunu yapabilmek için birtakım toplumsal değerlere aşırı bağlanırlar ya da birtakım toplumsal değerleri dışlarlar. Bütün toplumsal değerleri aşırı “kategorize etme” eğiliminde olurlar. Çünkü, ancak “kategorize ederlerse” birtakım değerlerle özdeşleşecek ve kendilerini daha çok bulacaklardır. Var oluşlarını da yalnızca bu değerlere göre tanımlamaya çalışırlar. Bir kez, kendini de “kategorize edince”, artık kendilerini sürekli olarak kendinden olmayanlarla karşılaştırmaya ve başkalarını dışlamaya ve ötekileştirmeye çalışırlar. Çünkü benlik saygılarını koruyabilmek için artık buna gereksiniyorlardır.

Kendinden olmayanlarla ilgili önyargılarının da kaynağı budur. Kendilerini birtakım toplumsal kesimlerle tanımlayan kişiler, benlik saygılarını koruyabilmek için sürekli bir yarış içinde olmak durumunda kalırlar. Gerçekte, toplumsal kesimler arasındaki çatışma, birtakım konularda değişik düşünüyor olmaktan çok, bireysel kimliklerle var olmaktan, dolayısıyla kendi benlik saygısını korumaya çalışmaktan kaynaklanır.

Ülkemizdeki birbirini dışlayıcı tutum büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır. İnsanların, farklılıklara saygı duyan, “özgür bir birey” olarak var olamamaları, bağlı olduklarını düşündükleri toplumsal kesimle aşırı özdeşleşmelerine, “kendinden olmayanlar”la aşırı ters düşmelerine yol açmaktadır. Böyle bir tutum da, ortaklaşa (kolektif) davranışları kolaylaştırmaktadır. Galiba en önemlisi, önce bağımsız bir birey olabilmek gibi duruyor… Birey olarak var olamayanlar, sürüden biri olurlar… Diğer bir deyişle, sıradan olursanız, sürüden olursunuz…

Geçmişimiz Gelecekteki Mutluluğumuzu Belirliyor

Geçmişimiz, gelecekteki mutluluğumuzu belirliyor mu? Bu soruya, Freud’dan beri, psikoloji tarihinde hep “evet” yanıtı verilmişse de, yapılan gerçek bilimsel araştırmalar, bunun böyle olmadığını göstermiştir. Sözgelimi, on bir yaşının altındayken annesini yitirmiş olan kişilerin daha sonra depresyona girme olasılıkları, toplum ortalamasına göre biraz daha yüksek olmakla birlikte, bu olasılık ortalamanın çok da üzerinde değildir. Anne-babanın boşanması ya da çocuklarından ayrı bir yere taşınmasının, ileri çocukluk ve ergenlik yıllarında yıkıcı birtakım etkileri olmakla birlikte, bu etkilerin yaşamın ileri yıllarında giderek azaldığı saptanmıştır. Erişkin depresyonu, kaygı bozuklukları, bağımlılıklar, kötü bir evlilik yapma, öfkelenme gibi sorunların, çocuklukta başımıza neler geldiğiyle doğrudan ya da dolaylı pek bir ilgisinin olmadığı artık iyi bilinmektedir. Çocukluğumuzun, bugün çektiğimiz ruhsal sıkıntıların kaynağı olduğunu düşünüyorsak boşuna zaman yitiriyoruz demektir. Daha önemlisi, çocukluğumuzun nasıl geçtiğinden ve bugün içinde yaşadığımız koşullardan bağımsız olarak, kişisel donanımlarımızı artırmak ve kendimizi geliştirmektir…