Kendini Gerçekleştirme

Kendini gerçekleştiren insanlar, Maslow’un tanımıyla, kendilerinden doyum bulan ve yapabileceklerini ortaya koyabiliyor olan insanlardır. Kendini gerçekleştiren insanlar, yaşamda kendileri için bir anlam bulabilmiş olan insanlardır. Herkes, eşsiz birer birey olduğuna göre, kendini gerçekleştirme isteği, değişik insanlarda, değişik alanlarda ortaya çıkabilir.

Maslow’a göre, kendini gerçekleştirebilen insanların sayısı, yalnızca, yaklaşık yüzde iki oranındadır. Kendini gerçekleştirebilen insanların özellikleri şunlardır:

• Bu insanlar, gerçekliği doğru bir biçimde algılar ve belirsizliğe katlanabilirler.

• Kendilerini ve başkalarını olduğu gibi kabul ederler.

• Düşünceleri ve davranışları içten gelir ve doğaldır.

• Sorun odaklıdırlar (kendileri odaklı değildirler). Sorun çözme becerileri gelişmiştir.

• Gülmece (mizah) anlayışları gelişmiştir. Kendilerine bile gülebilirler.

• Yaşama nesnel (objektif) bir açıdan (akılcı ve mantıksal olarak) bakarlar.

• Son derece yaratıcıdırlar.

• İçinde bulundukları kültürü kabullenmeye karşı direnç gösterirler, ancak özellikle geleneksel olmamaya çalışmazlar. Özerk ve bağımsızdırlar.

• İnsanlığın gönenciyle ilgilidirler.

• Temel insan yaşantılarına gönül borcu duyarlar.

• Az sayıda da olsa, insanlarla doyurucu ilişkiler kurarlar.

• Doruk yaşantıları vardır. Yaptıkları işe kendilerini kaptırırlar.

• Özel yaşam gizliliğine gerek duyarlar, yalnızlıktan yüksünmezler.

• Esnektirler ve demokratik tutumlar sergilerler.

• Törel (ahlaki) değerleri güçlüdür.

Kendini gerçekleştirmeyi sağlayan davranışlar da şunlardır:

• Yaşamı, bir çocuk gibi, tam olarak kendini vererek ve odaklanarak yaşama.

• Güvenli yollara bağlanıp kalmaktansa, yeni birtakım yolların arayışına girme.

• Yaşam olaylarını değerlendirirken, geleneklerin, yetkenin (otoritenin) ya da çoğunluğun sesini dinlemektense, kendi iç sesini dinleme.

• Yalandan yapmaktan (-miş gibi olmaktan) uzak durma ve güvenilir olma.

• Görüşleri, toplumun yerleşik görüşleriyle örtüşmezse, tutulmayan biri olmayı göze alma.

• Sorumluluk alma ve çok çalışma.

• İşlevsel olmayan savunmalarının ayrımına varma ve bunları bırakma yürekliliğini gösterme.

Ancak kendini gerçekleştirebilmek için yukarıda sayılan bütün özellikleri göstermek gerekmez, ayrıca bu özellikleri gösterebilen insanlar da, yalnızca kendini gerçekleştirebilen insanlar değildir.

Maslow, kendini gerçekleştirmeyi çok yetkin (mükemmel) olma ile eşdeğer olarak da görmez. Ona göre kendini gerçekleştirmek, kendi gizilgücünü (potansiyelini) tam olarak kullanabilmek demektir.

Mutluluğun ardına düşmektense, kendini gerçekleştirmeye çalışmak daha doğru gibi görünüyor. Kendilerine özgü değerleri olan ve bunlara göre davranabilen, yaratıcı, sorumluluğunu aldıkları eylemlerinde kendilerini bulabilen ve bu eylemlerine kendilerini kaptırabilen, ayrıca yaşamlarında bir anlam bulabilen insanlar, kendilerini gerçekleştirebilmiş mutlu insanlardır.

Dünya Görüşü

İnsanların nasıl bir dünya görüşü benimsediklerinin, nasıl bir yaşam sürdürdükleriyle doğrudan bir ilişkisi vardır. Benjamin Barber adlı bir siyasal kuramcı, “Dünyayı güçsüzler ve güçlüler, başarılılar ve başarısızlar diye ikiye ayırmıyorum… Dünyayı, öğrenenler ve öğrenmeyenler olarak ikiye ayırıyorum” demiştir. Yapılan yanlış, bir öğrenme yaşantısına dönüşürse, artık yanlış olmaktan çıkar, bir bedel ödenerek alınmış bir ders olur.

Gerçek başarı, başkalarından daha iyi olmak değil, kendimizin en iyisi olmaktır. Başarısızlığı kınanacak bir durum olarak değil, karşımıza çıkmış bir fırsat olarak görebiliriz. Başarının anahtarı ise daha çok çaba göstermektir. Bir aşamada başarısız olmamışsanız, kendinizi yeterince zorlamamışsınız demektir. Önemli olan düşmemek değil, düştüğünde, daha güçlenerek, yeniden ayağa kalkabilmektir.

İnsanların, amaçlarına ulaşmak için iki değişik tür nedenlerinin olduğundan söz edilir. Öğrenme odaklılar, merak ve yeni beceriler geliştirme isteği gibi içsel nedenlerle yola çıkarlar. Amaçlarına ulaşmak isterler, çünkü bilgi edinmek isterler ve daha önemlisi, yaptıkları yanlışları, öğrenme sürecinin bir aşaması olarak görürler. Başarım (performans) odaklılar, benlik saygılarını yükseltmek gibi dışsal nedenlerle davranırlar. Başkalarının onları beğenmesi, onlara değer vermesi için çalışırlar. Sözgelimi, okulda, onlar için iyi not almak, ne öğrendiklerinden daha önemlidir. Ancak yapılan çalışmalar, öğrenme odaklıların daha uzun süreli çalıştıklarını ve yaşamda daha başarılı olduklarını, çünkü yaptıkları çalışmalardan zevk aldıklarını göstermiştir.

Mutlu Olmak İçin Bırakmamız Gereken Tutumlar

Mutlu olmak istiyorsanız, bırakmanız gereken başlıca dokuz tutum şunlar olmalıdır:

1. Söylenmeyi ve yakınmayı bırakın (kendinizi doğru anlatmaya çalışın ve çözüm arayışında olun)

2. Doğru olduğunu hiç tartışmasız düşündüğünüz belirli birtakım düşüncelere saplanıp kalmayın (düşünceleriniz üzerinde yeniden düşünme alışkanlığı geliştirin, aklınıza gelen ilk düşüncenin en doğrusu olmayabileceğini de düşünün)

3. Başkalarını suçlayıp durmayın (suçlayacak gibi olduğunuzda, söz konusu istenmedik durumda önce kendi payınızı göz önünde bulundurun, önce kendi payınıza düşeni yapın)

4. Olumsuz iç konuşmalar yapmayın

5. Geçmişe takılı kalmayın, geçmişi yaşayıp durmayın (“keşke”lerden kurtulun, yaşadığınız ana odaklanın, geleceğe umutla bakın)

6. Değişmeye ya da bir tutum değişikliği göstermeye direnç göstermeyin

7. Başkalarını etkileme gereğinden kurtulun

8. Başkalarının onayını almak zorunda olmadığınızı düşünün (kendiniz olun, kendinizi olduğu gibi kabul edin ve kendinizi koşulsuz sevin)

9. Her zaman haklı olmayabileceğinizi hep göz önünde bulundurun

Yaşamın Amacı

İnsanlar özel bir amaç için yaratılmamışlardır. Dolayısıyla insanların yaşamlarında bir amaç yaratmaları gerekir. Yaşamda, herkes için ortak belirlenebilecek genel bir amaç yoktur. Kendimizi tanımlamak, insan olarak kim olduğumuzu söyleyebilmek değil, nasıl biri olmayı seçtiğimize göre kendimizi biçimlendirebilmek demektir. Bu, bizi, temelde, dünyadaki bütün varlıklardan ayırt eder. Ne olmayı seçtiğimiz gibi oluruz. Olabileceğimiz tek kişi, olmak isteyeceğimiz kişidir. İnsanların kendi kendilerini biçimlendirebilme yeterlikleri vardır. Ancak gerçekçi seçimler yapabilecek olmamıza karşın alışkanlıklarımıza göre ya da kendimizi nasıl görmeye alıştığımıza göre de birtakım kararlar verebiliriz. Özgürlük yaşamın en büyük sorumluluğudur. Yaptığımız seçimlerin yalnızca kendi üzerimizde değil, başkalarının üzerinde de büyük etkilerinin olacağını bilmemiz gerekir…

İnsan, kendi tasarımından başka bir şey değildir; kendi yaptıkları, kendisinin gerçekleştirdikleri ölçüde vardır; yaptıklarından ve edimlerinin toplamından oluşur…

Depresyonda Olma

Depresyonda olmanın, mutsuzluk, umutsuzluk, karamsarlık, yaptıklarından zevk almama, yaşam sevincini yitirme, kendimi kınama, bitkinlik, uyku ve yeme bozuklukları gibi belirtileri hemen herkes tarafından iyi bilinir. Ancak bu belirtilerin dışında, kişinin depresyonda olduğunun başka birtakım göstergeleri daha olabilir.

Çabuk kızma erkeklerde sık görülen bir depresyon belirtisidir, ancak kadınlarda da görülebilir.

Depresyondaki kişi, yaptığı işe odaklanmakta güçlük çektiği için unutkanlıklar yaşayabilir.

Kişi, depresyonda olduğu zaman, düşünmekte, karar vermekte ve sorunlarını çözmekte büyük güçlüklerle karşılaşabilir. Kararsızlıklar yaşayabilir. Ne yapması gerektiği, nasıl bir karar vermesi gerektiği konusunda bir türlü yol alamayabilir.

Depresyonda olan kişiler, sanki duyguları kendi denetimleri altında değilmiş gibi bir izlenime kapılabilirler; dolayısıyla denetim altına alabilecekleri başka birtakım durumların arayışı içine girerler. Kendi bakış açılarına göre, her şeyin “mükemmel” olmasına çalışmaya başlayabilirler.

Bütün bu belirtilerin yanı sıra, depresyondaki kişilerin baş ağrısı, karın ağrısı gibi birtakım bedensel belirtileri de olabilir. Migren ağrıları çekebilirler, sırt ve boyun ağrıları olabilir, göğüs ağrısı ya da eklem ağrısı çekmeye başlayabilirler.

Bu kişiler, kendilerini büyük bir boşlukta hissedebilirler, aldırmaz bir tutum içine girebilirler, her şey onlara anlamsız gelmeye başlayabilir. Hiçbir duyguyu yoğun yaşayamayabilirler. Duygusal uyuşukluk içinde olabilirler.

Depresyon hastalığı, herkesi daha değişik bir biçimde etkileyebilen bir hastalıktır. Kimisi yoğun bir üzüntü çekerken, kimisi kendisini büyük bir boşluktaymış gibi hissedebilir. Kimisi her şeye kızmaya başlayabilirken, kimisi “mükemmellik” arayışı içine girebilir.

Ama, unutulmaması gereken başlıca konu, depresyonun uygun bir tedaviye son derece iyi yanıt veren bir hastalık olduğudur.

Mutluluk ve Başarı Arasındaki İlişki

Yapılan bütün çalışmalar, mutlu insanların, arkadaşlık, evlilik, iş, gelir düzeyi ve sağlık gibi yaşamın değişik alanlarında başarılı olduklarını göstermiştir. Araştırmalar, mutlulukla başarı arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu göstermiştir. Gösterilen başarı, mutlu olmaya katkıda bulunurken; yaşanan mutluluk da, başarılı olmaya katkıda bulunmaktadır. Bütün diğer değişkenlerin eşit olması ön koşuluyla, mutlu insanların ilişkileri daha iyidir, işlerinde sürekli daha iyiye giderler, daha iyi ve daha uzun yaşarlar.

Mutlu insan, yaşamının bir amacı olduğu algısını taşımasının yanı sıra olumlu duygular yaşamanın da tadını çıkartan insandır. Bu tanım, tek bir anla sınırlı değildir, kişinin yaşantılarının genel bir bütünü ile ilişkilidir. Kişi, zaman zaman duygusal acılar çekiyor olsa da, genelde, yine de mutlu olabilir. Dolayısıyla mutluluğun iki ayağı vardır. Bunlardan biri, yaşadıklarından tat alma (yaşanan an’a ilişkin); diğeri, yaşadıklarında bir anlam bulmadır (geleceğe ilişkin).

Mutlu insanlar da birtakım iniş çıkışlar yaşarlar, ancak genelde olumlu bir tutum sergilerler. Çoğu zaman, çökkünlük, kaygı, öfke ve suçluluk duyma gibi olumsuz birtakım duyguları değil; sevinç duyma, keyif alma, zevk alma, hoşlanma gibi olumlu birtakım duyguları yaşarlar. Mutlu olabilmek için, ne gibi sınavlardan geçiyor olursak olalım, ne gibi acılar ya da sıkıntılar yaşıyor olursak olalım, yaşıyor olmanın tadını çıkartabiliyor olmamız gerekir.

Olumlu duygular yaşıyor olmak, mutluluk için gerekli, ancak yeterli değildir. Anlamlı bir yaşam sürüyor olmak da gerekir. Anlamlı bir yaşam derken, bir amacının olduğu bir yaşamdan söz edilirse de; burada, bir amacının olması demek, yalnızca kendine birtakım hedefler koymuş olmak demek değildir. Birtakım hedeflerinin olması, hatta bunlara ulaşıyor olmak, amaçlı bir varoluşun güvencesi değildir. Kendi kendimize koyduğumuz hedefler içsel olarak bizim için büyük bir anlam taşıyorsa, bunlara yürekten inanıyorsak, ancak o zaman, bir amacımız olduğu algısı içinde oluruz. Anlamlı bir yaşamımızın olabilmesi için, toplumun bize dayattığı ölçülerin ve beklentilerin ötesinde, bizim için özel önemi olan, kendi kendimize, kendi içimizde geliştirdiğimiz ve yürekten inandığımız birtakım amaçlarımızın olması gerekir. Burada önemli olan, amaçlarımızın, başkalarının beklentilerinden çok, kendi değerlerimizle ve tutkularımızla örtüşmesidir. Diğer yandan, kendi yeterliklerimizi ne ölçüde kullanabilirsek, kendimizi ne denli gerçekleştirebilirsek, kendimiz için o denli anlamlı bir yaşam sürdüğümüz algısı içinde oluruz.

Sağlıksız Olumsuz Duygulardan Kurtulmak

Başlıca üç sağlıksız olumsuz duygu olan, çökkünlük (depresyon), kaygı (anksiyete) ve öfke duymaktan kurtulmanızın, olmazsa olmaz, on bir yolu şunlardır:

1. Gerçekliklerle barışın… Hiçbir şey, siz öyle istiyorsunuz diye öyle olmak zorunda değildir. İçsel dayatmalarınızdan (-meli, -malı’larınızdan) kurtulmaya çalışın. Ruh sağlığını korumanın ön koşulu esnekliktir. Değiştirebilecekleriniz için değiştirme gücüne, değiştiremeyecekleriniz için katlanma gücüne, bu ikisini birbirinden ayırt etmek için akıl yürütme becerilerine sahip olmanız gerekir.

2. Başınıza gelen olayları korkunçlaştırmayın… Her şeyi gözünüzde büyütmeyin, pireyi deve yapmayın, pire için yorgan yakmayın. Ozan ne güzel söylemiş: “Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ta ki ayakları olmayan birini görene dek”.

3. Katlanılamazlık algınızı değiştirin… Nietzche’nin söylediği gibi, “Neden’i olan nasıl’a katlanır”; yeter ki, katlanmanızın kaçınılmaz olduğunu ya da başınıza gelenin ya da gelenlerin “katlanmaya değer” olduğunu düşünün.

4. Kendinizi koşulsuz kabul edin… Özünüzü sevin, kendinize olan sevginizi, “Ancak başarılıysam değerliyimdir, ancak güzelsem değer görürüm” gibi birtakım koşullara bağlamayın. Siz, zaten bir birey olarak, bir insan olarak değerlisiniz; ancak birtakım tutum ve davranışlarınız istendik sonuçlar vermiyorsa, bunları değiştirebilirsiniz. “Siz, davranışlarınız değilsiniz”; davranışlarınız iyi ya da kötü olabilir, bu sizin iyi ya da kötü olduğunuz anlamına gelmez.

5. Geçmişe takılıp kalmayın.. Geçmişiniz, bugün ona ne anlam yüklediğinizle sınırlıdır. Geçmişinizi değiştiremezsiniz, ancak geçmişinize bakış açınızı değiştirebilirsiniz. Bunun, sizin elinizde olduğunu hiç unutmayın.

6. Sorun çözme becerileri kazanın... Söylenmeyin, söyleyin ve bir çözüm yolu bulma arayışında olun. Nasıl bir çözüm yolu olabileceği konusunda düşünün, düşündüğünüzün işe yarar sonuç verip vermediğini deneyin. Aldığınız sonuca göre yeni bir çözüm yolu arayışına girin.

7. İletişim becerileri kazanın… Başkalarıyla, suçlayıcı “sen” diliyle değil, yaşadığınız duyguları da yanı sıra gösteren “ben” diliyle konuşun. Siz öyle istiyorsunuz diye, kimse sizin için değişmeyecektir; ancak siz kullandığınız dille, tutum ve davranışlarınızla, karşınızdaki kişide bir tutum ve davranış değişikliği yaratabilirsiniz.

8. Her türlü aşırı genellemeden kaçının (Bundan bile!..), olayları siyah ya da beyaz, “hep ya da hiç” olarak görmeyin. Tek bir siyah vardır ve tek bir beyaz, ancak grinin sonsuz tonu vardır, bunu unutmayın.

9. Önyargılarınızla yola çıkmayın, bir yargıya varmak için olabildiğince kanıt toplamaya çalışın. İstediğiniz sonucu elde edememişseniz, bugüne dek düşünegeldiğinizden daha değişik bir biçimde düşünmeye çalışın. Başkalarının, sizinkilerden daha değişik olan düşüncelerine de değer verin, herkesin sizin gibi düşünmüyor olmasına saygı gösterin. Rousseau, “Herkes benim gibi düşünüyor olsa, yanılmış olmaktan korkarım” demiş, ne güzel söylemiş. Çok sesliliğin bir zenginlik olduğunu göz önünde bulundurun.

10. Yeni bir veri ya da yeni bir kanıt elde etmemişseniz, düşüncelerinizle “geviş getirmeyin”. Aynı konuyu sürekli düşünüp durmak size bir yarar sağlamaz, yalnızca çökkünlüğünüzü ya da kaygınızı artırır; ancak yeni veriler elde ettikten sonra, düşünceleriniz üzerinde yeniden düşünmek size bir yarar sağlayabilir.

11. Mutluluğun bir “gümüş tepsi “de, size hazır olarak sunulacağını beklemeyin, bu hiç gerçekçi bir beklenti değildir. Mutlu olmak için çaba gösterin, “mutluluk eylemleri”ne girişin. (Ne gibi “mutluluk eylemleri”nde bulunabileceğinizi daha önceki bir paylaşımımda anlatmıştım…)

Çökkünlük, kaygı ve öfke gibi sağlıksız olumsuz duyguları yaşamaktan kurtulmak sizin kendi elinizdedir, yeter ki bu duygulardan kurtulmak ve mutlu olabilmek için siz gereğini yapın…

Eşduyum

Eşduyum olarak Türkçe’ye çevrilen “empati” kavramı, karşımızdaki kişinin ne yaşadığını duygusal olarak anlayabilme yeterliğidir. Kendini, bir başkasının yerine koyabilmek ve onun ne hissettiğini hissedebilmektir.

Bu kavram, ilk kez, 1909 yılında, psikolog Edward B. Titchener tarafından, “gibi hissetmek” anlamına gelen bir Alman terimi olan “einfühlung”un İngilizce’ye çevirisi olarak kullanılmıştır.

Duygudaşlık (sempati) ve acısını paylaşma gibi kavramlar, eşduyum ile ilişkili kavramlar olsa da, aralarında önemli birtakım ayrımlar vardır. Duygudaşlık ve acısını paylaşma, edilgin birer ilişki kurma yaklaşımı iken; eşduyum, karşısındakini anlamak için etkin bir çaba gösterildiğinin kanıtıdır.

Eşduyumun değişik birtakım türleri vardır. Duygusal eşduyum, karşısındaki kişinin duygularını anlamayı ve buna göre tepki göstermeyi kapsar. Düşünsel eşduyum ise, karşısındaki kişinin, içinde bulunulan koşullarda, ne düşünüyor olabileceğini anlamayı kapsar.

Eşduyum yapmanın önemli birtakım yararları vardır.

Eşduyum, başkalarıyla toplumsal bağlar kurmayı, sevgi bağı kurmayı ve bunu sürdürmeyi sağlar. İnsanlar, başkalarının ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini anlayarak, bunlara göre daha uygun tepkiler gösterebilirler.

Başkalarıyla eşduyum yapmak, kişinin kendi duygularını yönetmesine yardımcı olur.

Dolayısıyla eşduyum yapmak, insanların birbirlerine yardımcı olmalarını sağlar.

Herkes, her durumda, eşduyum yapamayabilir. Kimi insanlar eşduyum yapmaya daha yatkınlarken, kimi insanlar da, yalnızca belirli birtakım insanlara eşduyum yapabilirler, başkalarına yapamayabilirler.

Böyle davranıyor olmanın altında birtakım nedenler yatıyor olabilir.

Bunlar, kişinin, karşısındaki kişiyi nasıl algıladığı, onun davranışlarına ne gibi anlamlar yüklediği, karşısındaki kişinin içinde bulunduğu zor durumdan ötürü onu suçluyor olması ve kişinin geçmiş yaşantıları ve beklentileri ile ilişkili olabilir.

İnsanların, kimi zaman, eşduyum yapamıyor olmalarının belirli birtakım nedenleri olabilir.

Bunlardan biri, kişinin, karşısındaki kişiyi ve dünyayı yorumlarken belirli birtakım “düşünsel önyargılar” içinde olmasıdır (ayrı bir yazımda bunlardan söz edeceğim). Bu önyargılar, içinde bulunulan duruma katkıda bulunmuş olabilecek bütün etkenlerin görülmesini, dolayısıyla söz konusu duruma bir başkasının bakış açısıyla bakmayı güçleştirebilir. Diğer bir etken ise, insanların karşısındakileri kolaylıkla suçlama eğilimlerinin olmasıdır.

Ancak, başkalarının bizim ne düşündüğümüzü ve ne hissettiğimizi anlayabilmelerini, dolayısıyla yanımızda yer alabilmelerini istiyorsak, önce biz onların, içinde bulundukları durumlarda, ne düşündüklerini ve hissettiklerini anlamaya çalışmalı, bunun için etkin bir çaba göstermeliyiz…

Düşünsel Önyargılar

Düşünsel (bilişsel) önyargılar, insanların verdikleri kararları ve karşılaştıkları olaylara yükledikleri anlamı son derece etkileyen düşünme yanlışlarıdır. Bunlardan bir kesimi, kişinin anılarıyla ilintilidir. Bir olay, değişik birtakım nedenlerle, birtakım önyargılar kapsamında anımsanabilir ve bu da, sonuç olarak, önyargılı düşünmeye ve karar vermeye yol açabilir. Diğer birtakım düşünsel önyargılar odaklanma sorunları ile ilişkili olabilir. İnsanların odaklanma süresi kısıtlı olduğu için, çevrelerinde olup bitenlere seçici bir biçimde odaklanırlar. Bu da, olayları nasıl gördüklerini büyük ölçüde etkileyebilir.

Düşünsel önyargı, insanların yaşadıkları dünyadan elde ettikleri bilgileri işlerken ve yorumlarken yaptıkları bir tür düşünme yanlışıdır. İnsan beyni güçlüdür ancak birtakım kısıtlılıkları vardır. Düşünsel önyargılar, bir anlamda, insan beyninin, bilgi işlem sürecini yalınlaştırmak için giriştiği bir çabanın ürünüdür. Diğer bir deyişle, dünyayı anlamlandırmak ve hızlı karar vermek için gösterilen çabanın bir ürünüdür.

Olaylara bir anlam yüklerken ve birtakım konularda bir karar verirken nesnel ve mantıklı olmaya ve elimizdeki verilerin hepsini göz önünde bulundurarak yol almaya çalışırız. Ancak önyargılarımız, yanlış birtakım kararlar vermemize ve kötü birtakım yargılarda bulunmamıza yol açabilir.

Bir karar verirken olası bütün seçenekleri düşünecek olursak, en sıradan bir seçim için bile, çok büyük bir olasılıkla, çok zaman harcamamız gerekecektir. Dünyanın karmaşıklığı ve verilerin çokluğu karşısında, hızlı davranmamızı sağlayacak birtakım zihinsel kısa yollara gerek duyarız.

Değişik birtakım nedenlerle, birtakım düşünsel önyargılarımız olabilir, ancak sezgisel yaklaşım olarak da adlandırılan bu zihinsel kısa yol kullanma arayışı önyargılarımızın başlıca nedenidir. Bunlar, son derece doğru olabilirlerken, önemli birtakım düşünme yanlışlarına da yol açabilirler. Toplumsal baskılar, kişisel istekler, duygular ve insan zihninin bilgi işleme yeterliğindeki kısıtlılıklar, bu önyargıların oluşmasına katkıda bulunur.

Bu önyargıların hepsinin yanlış olması gerekmez. Bunların bir kesiminin uyum sağlayıcı bir yararlığı da vardır, hızlı karar vermeyi sağlarlar.

Düşünmemizi çarpıtan başlıca düşünsel önyargı türleri şunlardır:

Doğrulama önyargısı: Sahip olunan düşünceleri ve inanışları doğrulayan bilgileri öne çekme, aykırı bilgileri görmezden gelmeye çalışmadır.

Sezgisel yaklaşım: Zihinde birden beliriveren bilgilere aşırı değer vermedir. Bu bilgilere aşırı güvenme ve bu bilgilerden yola çıkarak çabuk karar verme yaklaşımıdır.

İşine gelirlik önyargısı: Kötü olaylar olunca yalnızca dış etkenleri suçlama, iyi olaylar olunca yalnızca kendine pay çıkarma yaklaşımıdır. Pokerde kazanınca, bunu, diğer oyuncuları doğru değerlendirme yeterliğine; kaybedince, kötü bir el gelmesine bağlama, buna örnek olarak verilebilir.

Odaklanma önyargısı: Kimi etkenlere odaklanırken, diğerlerini görmezden gelme eğilimidir. Araba alırken yalnızca dış görünümüne bakma, ancak güvenlik verilerini ve ne denli benzin yaktığını göz önünde bulundurmama, buna örnek olarak verilebilir.

Devukuşu etkisi: Kişinin “kafasını kuma gömerek”, olumsuz kanıtları ya da verileri görmezden gelme eğilimi göstermesidir.

Oyuncu-gözlemci önyargısı: Kendi eylemlerini dışsal etkenlere bağlarken, başkalarının eylemlerini içsel etkenlere bağlama eğilimidir. Kendi yüksek kolesterol düzeyini kalıtımsal etkenlere bağlarken, başkalarınınkini iyi beslenmemeye ya da spor yapmamaya bağlama, buna örnek olarak verilebilir.

Demirleme (çapa atma) önyargısı: Öğrendiği ilk bilgilere büyük ölçüde güvenme eğilimidir. Bir arabanın belirli bir değerinin olduğunu öğrendikten sonra, bunun altındaki her değerin iyi olduğunu düşünerek, daha başka arayışa girmeme, buna örnek olarak verilebilir.

Tutuculuk önyargısı: İnsanlar, yeni bilgilere ve kanıtlara inanmakta genelde güçlük çekerler ve eski görüşlerine sarılmaya eğilim gösterirler.

Yanlış bilgi etkisi: Olaydan sonra edinilen bilgileri, gerçek olayla ilgili anılarla karıştırma eğilimidir. Anılar, olayla ilgili olarak başkalarından duyulanlardan kolaylıkla etkilenebilir. Böyle bir etkinin bilinmesi, tanığın verdiği bilgilere güvenmemeye yol açabilir.

Ayla (halo, hale) etkisi: Kişiyle ilgili genel izlenimlerimizin, onunla, onun kişiliğiyle ya da onun görüşleriyle ilgili olarak ne düşündüğümüzü ve ne hissettiğimizi etkiliyor olmasıdır. Genellikle dış görünümüyle ilgili çekiciliğinden yola çıkarak, kişinin diğer niteliklerini değerlendirme yaklaşımıdır.

Yanlış görüş birliği etkisi: Diğer insanların ne ölçüde kendisine katıldığını abartma eğilimidir.

İyimserlik önyargısı: Yaşıtlarına göre, kendisinin başına daha az olumsuz olay geleceğine, kendisinin daha başarılı olacağına ilişkin bir önyargıdır.

Kendine aşırı güven (Dunning-Kruger) etkisi: İnsanların, kendilerinin, olduklarından daha zeki ve daha yeterli olduklarına inanmalarıyla ve kendi yetersizliklerini görmemeleriyle ilişkili bir önyargıdır.

Kör nokta önyargısı: Kendi önyargılarını görememe, kendi başına bir önyargıdır. İnsanlar başkalarının önyargılarını kolaylıkla görebilirlerken, kendi önyargılarını görmekte büyük güçlük çekerler.

İnsanlar, kimi zaman düşünsel önyargılarla, yanlış mantık yürütmeyi birbirine karıştırırlar. Yanlış mantık yürütme, adından da anlaşılacağı üzere, akıl yürütürken yanlış yapmaktan kaynaklanır; oysa düşünsel önyargı, bellek, odaklanma, olaylara anlam yükleme ve bunlara benzer zihinsel yanlışlar yapmaktan kaynaklanan, bilgileri ya da verileri işleme yanlışlarından köken alır.

Son söz olarak, Cumhuriyetimizin kurucusu, önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ölüm yıldönümünde, bu bağlamda, onun en sevdiğim sözünü burada paylaşmak istiyorum:

“Bir gün, benim sözlerim bilimle çelişirse, bilimi seçin.”

Başarılı İnsanlar

Başarılı insanlarla, başarısız olanları ayırt eden başlıca özelliklerden biri, yaşamın güçlüklerine nasıl yaklaştıklarıdır. Sorunlarından kaçanlar yenik düşerler. “Yenildiğimiz an, yenilgiyi kabul ettiğimiz andır.” Oysa, başarılı insanlar, yaşadıkları sorunları olduğu gibi kabul ederler ve acı çekecek de olsalar, çözmek üzere bunların üzerine giderler. Yaşama anlam katan budur…

Değiştirmek için çaba göstermediğimiz hiçbir konuda yakınmaya hakkımız yoktur. Karanlıktan yakınacağımıza bir mum da bizim yakmamız gerekir. Yaşam güçlüklerle doludur. Fırtına çıktığında geri dönmüşler ya da gemiden ayrılmış olsalardı, okyanuslar hiçbir zaman geçilemezdi. “Fırtınalar, ağaçların daha derin kök salmalarına yol açarlar.”

Yaşamın güçlüklerle dolu olduğu gerçeğini görmekten kaçanlar, yaşadıkları sorunları, yalnızca kendilerinin yaşadığını düşünürler ve bunlardan yakınırlar. Oysa yakınmaları ya da kendilerini acındırmaları, sorunlarını çözecek değildir. Sorunlarını yalnızca daha da kötüleştirecektir. Bu kişiler, yakınarak ya da kendilerini acındırarak, sorunlarını gözlerinde büyütmüş olurlar. Yakınmak ya da kendini acındırmak, bir anlamda, yaşanan sorunları, yaşamın kaçınılmaz koşulları olarak kabul etmektense, bunları başkalarının sırtına yükleme çabasıdır. Oysa, “Güçlükler güçlendirir”.

Bir kez, yaşamın güçlüklerle dolu olduğunu anlayınca, artık gelişmeye başlarız. Her sorunun, içinde bir fırsat barındırdığını anlamaya başlarız. Bu güçlüklerle baş etmek için gizilgüçlerimizi açığa çıkarırız.

İnsanlar, yaşamın ve yaşamanın güç olduğunu kabul etmeyince, kolay birtakım çözümlerin arayışı içine girerler ve yaşamda başarısızlıklar gösterirler. Üç günde beş kilo vermek, bir haftada yabancı dil öğrenmek, üç ayda zengin olmak gibi olmadık düşlemlerin ardına düşerler. Oysa bu konularda başarılı olanlar, elde edeceklerinin hiç de öyle kolay olmayacağını başta kabul etmiş olanlardır; bunun için sürekli bir çaba göstermeyi göze alanlardır ve bunun için bir “bedel” ödemeleri gerektiğini öğrenmiş olanlardır.

Yapabileceğinize inanırsanız, yapabilirsiniz. Yapamayacağınıza inanırsanız, haklı çıkarsınız. Öte yandan, yalnızca başarının ardında koşularak başarı sağlanamaz (yalnızca başarmış olmak için başarmaya çalışmak gibi). Başarı, kendimizi yapmaya adadığımız işin bir yan ürünüdür…

Öyküdeki kişinin dediği gibi:

“Çaresiz kaldığım zamanlarda, gider, bir taş ustası bulur, izlerim.

Adam, belki yüz kez vurur taşa.

Ama, değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz.

Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir.

İşte o zaman anlarım ki, taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.”