Eşduyum

Eşduyum olarak Türkçe’ye çevrilen “empati” kavramı, karşımızdaki kişinin ne yaşadığını duygusal olarak anlayabilme yeterliğidir. Kendini, bir başkasının yerine koyabilmek ve onun ne hissettiğini hissedebilmektir.

Bu kavram, ilk kez, 1909 yılında, psikolog Edward B. Titchener tarafından, “gibi hissetmek” anlamına gelen bir Alman terimi olan “einfühlung”un İngilizce’ye çevirisi olarak kullanılmıştır.

Duygudaşlık (sempati) ve acısını paylaşma gibi kavramlar, eşduyum ile ilişkili kavramlar olsa da, aralarında önemli birtakım ayrımlar vardır. Duygudaşlık ve acısını paylaşma, edilgin birer ilişki kurma yaklaşımı iken; eşduyum, karşısındakini anlamak için etkin bir çaba gösterildiğinin kanıtıdır.

Eşduyumun değişik birtakım türleri vardır. Duygusal eşduyum, karşısındaki kişinin duygularını anlamayı ve buna göre tepki göstermeyi kapsar. Düşünsel eşduyum ise, karşısındaki kişinin, içinde bulunulan koşullarda, ne düşünüyor olabileceğini anlamayı kapsar.

Eşduyum yapmanın önemli birtakım yararları vardır.

Eşduyum, başkalarıyla toplumsal bağlar kurmayı, sevgi bağı kurmayı ve bunu sürdürmeyi sağlar. İnsanlar, başkalarının ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini anlayarak, bunlara göre daha uygun tepkiler gösterebilirler.

Başkalarıyla eşduyum yapmak, kişinin kendi duygularını yönetmesine yardımcı olur.

Dolayısıyla eşduyum yapmak, insanların birbirlerine yardımcı olmalarını sağlar.

Herkes, her durumda, eşduyum yapamayabilir. Kimi insanlar eşduyum yapmaya daha yatkınlarken, kimi insanlar da, yalnızca belirli birtakım insanlara eşduyum yapabilirler, başkalarına yapamayabilirler.

Böyle davranıyor olmanın altında birtakım nedenler yatıyor olabilir.

Bunlar, kişinin, karşısındaki kişiyi nasıl algıladığı, onun davranışlarına ne gibi anlamlar yüklediği, karşısındaki kişinin içinde bulunduğu zor durumdan ötürü onu suçluyor olması ve kişinin geçmiş yaşantıları ve beklentileri ile ilişkili olabilir.

İnsanların, kimi zaman, eşduyum yapamıyor olmalarının belirli birtakım nedenleri olabilir.

Bunlardan biri, kişinin, karşısındaki kişiyi ve dünyayı yorumlarken belirli birtakım “düşünsel önyargılar” içinde olmasıdır (ayrı bir yazımda bunlardan söz edeceğim). Bu önyargılar, içinde bulunulan duruma katkıda bulunmuş olabilecek bütün etkenlerin görülmesini, dolayısıyla söz konusu duruma bir başkasının bakış açısıyla bakmayı güçleştirebilir. Diğer bir etken ise, insanların karşısındakileri kolaylıkla suçlama eğilimlerinin olmasıdır.

Ancak, başkalarının bizim ne düşündüğümüzü ve ne hissettiğimizi anlayabilmelerini, dolayısıyla yanımızda yer alabilmelerini istiyorsak, önce biz onların, içinde bulundukları durumlarda, ne düşündüklerini ve hissettiklerini anlamaya çalışmalı, bunun için etkin bir çaba göstermeliyiz…

Düşünsel Önyargılar

Düşünsel (bilişsel) önyargılar, insanların verdikleri kararları ve karşılaştıkları olaylara yükledikleri anlamı son derece etkileyen düşünme yanlışlarıdır. Bunlardan bir kesimi, kişinin anılarıyla ilintilidir. Bir olay, değişik birtakım nedenlerle, birtakım önyargılar kapsamında anımsanabilir ve bu da, sonuç olarak, önyargılı düşünmeye ve karar vermeye yol açabilir. Diğer birtakım düşünsel önyargılar odaklanma sorunları ile ilişkili olabilir. İnsanların odaklanma süresi kısıtlı olduğu için, çevrelerinde olup bitenlere seçici bir biçimde odaklanırlar. Bu da, olayları nasıl gördüklerini büyük ölçüde etkileyebilir.

Düşünsel önyargı, insanların yaşadıkları dünyadan elde ettikleri bilgileri işlerken ve yorumlarken yaptıkları bir tür düşünme yanlışıdır. İnsan beyni güçlüdür ancak birtakım kısıtlılıkları vardır. Düşünsel önyargılar, bir anlamda, insan beyninin, bilgi işlem sürecini yalınlaştırmak için giriştiği bir çabanın ürünüdür. Diğer bir deyişle, dünyayı anlamlandırmak ve hızlı karar vermek için gösterilen çabanın bir ürünüdür.

Olaylara bir anlam yüklerken ve birtakım konularda bir karar verirken nesnel ve mantıklı olmaya ve elimizdeki verilerin hepsini göz önünde bulundurarak yol almaya çalışırız. Ancak önyargılarımız, yanlış birtakım kararlar vermemize ve kötü birtakım yargılarda bulunmamıza yol açabilir.

Bir karar verirken olası bütün seçenekleri düşünecek olursak, en sıradan bir seçim için bile, çok büyük bir olasılıkla, çok zaman harcamamız gerekecektir. Dünyanın karmaşıklığı ve verilerin çokluğu karşısında, hızlı davranmamızı sağlayacak birtakım zihinsel kısa yollara gerek duyarız.

Değişik birtakım nedenlerle, birtakım düşünsel önyargılarımız olabilir, ancak sezgisel yaklaşım olarak da adlandırılan bu zihinsel kısa yol kullanma arayışı önyargılarımızın başlıca nedenidir. Bunlar, son derece doğru olabilirlerken, önemli birtakım düşünme yanlışlarına da yol açabilirler. Toplumsal baskılar, kişisel istekler, duygular ve insan zihninin bilgi işleme yeterliğindeki kısıtlılıklar, bu önyargıların oluşmasına katkıda bulunur.

Bu önyargıların hepsinin yanlış olması gerekmez. Bunların bir kesiminin uyum sağlayıcı bir yararlığı da vardır, hızlı karar vermeyi sağlarlar.

Düşünmemizi çarpıtan başlıca düşünsel önyargı türleri şunlardır:

Doğrulama önyargısı: Sahip olunan düşünceleri ve inanışları doğrulayan bilgileri öne çekme, aykırı bilgileri görmezden gelmeye çalışmadır.

Sezgisel yaklaşım: Zihinde birden beliriveren bilgilere aşırı değer vermedir. Bu bilgilere aşırı güvenme ve bu bilgilerden yola çıkarak çabuk karar verme yaklaşımıdır.

İşine gelirlik önyargısı: Kötü olaylar olunca yalnızca dış etkenleri suçlama, iyi olaylar olunca yalnızca kendine pay çıkarma yaklaşımıdır. Pokerde kazanınca, bunu, diğer oyuncuları doğru değerlendirme yeterliğine; kaybedince, kötü bir el gelmesine bağlama, buna örnek olarak verilebilir.

Odaklanma önyargısı: Kimi etkenlere odaklanırken, diğerlerini görmezden gelme eğilimidir. Araba alırken yalnızca dış görünümüne bakma, ancak güvenlik verilerini ve ne denli benzin yaktığını göz önünde bulundurmama, buna örnek olarak verilebilir.

Devukuşu etkisi: Kişinin “kafasını kuma gömerek”, olumsuz kanıtları ya da verileri görmezden gelme eğilimi göstermesidir.

Oyuncu-gözlemci önyargısı: Kendi eylemlerini dışsal etkenlere bağlarken, başkalarının eylemlerini içsel etkenlere bağlama eğilimidir. Kendi yüksek kolesterol düzeyini kalıtımsal etkenlere bağlarken, başkalarınınkini iyi beslenmemeye ya da spor yapmamaya bağlama, buna örnek olarak verilebilir.

Demirleme (çapa atma) önyargısı: Öğrendiği ilk bilgilere büyük ölçüde güvenme eğilimidir. Bir arabanın belirli bir değerinin olduğunu öğrendikten sonra, bunun altındaki her değerin iyi olduğunu düşünerek, daha başka arayışa girmeme, buna örnek olarak verilebilir.

Tutuculuk önyargısı: İnsanlar, yeni bilgilere ve kanıtlara inanmakta genelde güçlük çekerler ve eski görüşlerine sarılmaya eğilim gösterirler.

Yanlış bilgi etkisi: Olaydan sonra edinilen bilgileri, gerçek olayla ilgili anılarla karıştırma eğilimidir. Anılar, olayla ilgili olarak başkalarından duyulanlardan kolaylıkla etkilenebilir. Böyle bir etkinin bilinmesi, tanığın verdiği bilgilere güvenmemeye yol açabilir.

Ayla (halo, hale) etkisi: Kişiyle ilgili genel izlenimlerimizin, onunla, onun kişiliğiyle ya da onun görüşleriyle ilgili olarak ne düşündüğümüzü ve ne hissettiğimizi etkiliyor olmasıdır. Genellikle dış görünümüyle ilgili çekiciliğinden yola çıkarak, kişinin diğer niteliklerini değerlendirme yaklaşımıdır.

Yanlış görüş birliği etkisi: Diğer insanların ne ölçüde kendisine katıldığını abartma eğilimidir.

İyimserlik önyargısı: Yaşıtlarına göre, kendisinin başına daha az olumsuz olay geleceğine, kendisinin daha başarılı olacağına ilişkin bir önyargıdır.

Kendine aşırı güven (Dunning-Kruger) etkisi: İnsanların, kendilerinin, olduklarından daha zeki ve daha yeterli olduklarına inanmalarıyla ve kendi yetersizliklerini görmemeleriyle ilişkili bir önyargıdır.

Kör nokta önyargısı: Kendi önyargılarını görememe, kendi başına bir önyargıdır. İnsanlar başkalarının önyargılarını kolaylıkla görebilirlerken, kendi önyargılarını görmekte büyük güçlük çekerler.

İnsanlar, kimi zaman düşünsel önyargılarla, yanlış mantık yürütmeyi birbirine karıştırırlar. Yanlış mantık yürütme, adından da anlaşılacağı üzere, akıl yürütürken yanlış yapmaktan kaynaklanır; oysa düşünsel önyargı, bellek, odaklanma, olaylara anlam yükleme ve bunlara benzer zihinsel yanlışlar yapmaktan kaynaklanan, bilgileri ya da verileri işleme yanlışlarından köken alır.

Son söz olarak, Cumhuriyetimizin kurucusu, önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ölüm yıldönümünde, bu bağlamda, onun en sevdiğim sözünü burada paylaşmak istiyorum:

“Bir gün, benim sözlerim bilimle çelişirse, bilimi seçin.”

Başarılı İnsanlar

Başarılı insanlarla, başarısız olanları ayırt eden başlıca özelliklerden biri, yaşamın güçlüklerine nasıl yaklaştıklarıdır. Sorunlarından kaçanlar yenik düşerler. “Yenildiğimiz an, yenilgiyi kabul ettiğimiz andır.” Oysa, başarılı insanlar, yaşadıkları sorunları olduğu gibi kabul ederler ve acı çekecek de olsalar, çözmek üzere bunların üzerine giderler. Yaşama anlam katan budur…

Değiştirmek için çaba göstermediğimiz hiçbir konuda yakınmaya hakkımız yoktur. Karanlıktan yakınacağımıza bir mum da bizim yakmamız gerekir. Yaşam güçlüklerle doludur. Fırtına çıktığında geri dönmüşler ya da gemiden ayrılmış olsalardı, okyanuslar hiçbir zaman geçilemezdi. “Fırtınalar, ağaçların daha derin kök salmalarına yol açarlar.”

Yaşamın güçlüklerle dolu olduğu gerçeğini görmekten kaçanlar, yaşadıkları sorunları, yalnızca kendilerinin yaşadığını düşünürler ve bunlardan yakınırlar. Oysa yakınmaları ya da kendilerini acındırmaları, sorunlarını çözecek değildir. Sorunlarını yalnızca daha da kötüleştirecektir. Bu kişiler, yakınarak ya da kendilerini acındırarak, sorunlarını gözlerinde büyütmüş olurlar. Yakınmak ya da kendini acındırmak, bir anlamda, yaşanan sorunları, yaşamın kaçınılmaz koşulları olarak kabul etmektense, bunları başkalarının sırtına yükleme çabasıdır. Oysa, “Güçlükler güçlendirir”.

Bir kez, yaşamın güçlüklerle dolu olduğunu anlayınca, artık gelişmeye başlarız. Her sorunun, içinde bir fırsat barındırdığını anlamaya başlarız. Bu güçlüklerle baş etmek için gizilgüçlerimizi açığa çıkarırız.

İnsanlar, yaşamın ve yaşamanın güç olduğunu kabul etmeyince, kolay birtakım çözümlerin arayışı içine girerler ve yaşamda başarısızlıklar gösterirler. Üç günde beş kilo vermek, bir haftada yabancı dil öğrenmek, üç ayda zengin olmak gibi olmadık düşlemlerin ardına düşerler. Oysa bu konularda başarılı olanlar, elde edeceklerinin hiç de öyle kolay olmayacağını başta kabul etmiş olanlardır; bunun için sürekli bir çaba göstermeyi göze alanlardır ve bunun için bir “bedel” ödemeleri gerektiğini öğrenmiş olanlardır.

Yapabileceğinize inanırsanız, yapabilirsiniz. Yapamayacağınıza inanırsanız, haklı çıkarsınız. Öte yandan, yalnızca başarının ardında koşularak başarı sağlanamaz (yalnızca başarmış olmak için başarmaya çalışmak gibi). Başarı, kendimizi yapmaya adadığımız işin bir yan ürünüdür…

Öyküdeki kişinin dediği gibi:

“Çaresiz kaldığım zamanlarda, gider, bir taş ustası bulur, izlerim.

Adam, belki yüz kez vurur taşa.

Ama, değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz.

Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir.

İşte o zaman anlarım ki, taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.”

Düşünsel ve Duygusal Etkileşim

Bilişsel psikolojiler ve bilişsel davranışçı psikoterapiler daha çok düşünce içeriğinin değişmesiyle ilgilenirler. Bilişsel (düşünsel) ve duygusal etkileşim üzerinde odaklanırlar ve insanların yaşadıkları duyguların nedenleri üzerinde dururlar.

İlkeleri şunlardır:

• İnsanların duygularının en önemli belirleyicisi biliş, diğer bir deyişle düşüncedir. Yalın bir deyişle “Ne düşünüyorsak onu hissederiz”. Bizim, kendimizi, iyi ya da kötü hissetmemizi belirleyen, olaylar ya da diğer insanlar değildir; biz öyle düşündüğümüz için öyle hissederiz. Dünyayı, olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz ya da nasıl görmeye koşullanmışsak ya da koşullandırılmışsak öyle görürüz. Dolayısıyla, hiçbir durum, genel geçer bir biçimde, “gerçeklik” ya da “gerçeklik değil” diye nitelendirilemez. Bu, söz konusu durumla ilgili olarak ne düşündüğümüze bağlıdır. Kendi gerçekliğimizi kendimiz yaratırız. Diğer bir deyişle, “İnsanlar gördüklerine inanmazlar, inandıklarını görürler”. Ne olup bitiyorsa bu bizim bilişsel (düşünsel) dünyamızda olup biter. Gösterdiğimiz duygusal tepkilerin doğrudan sorumlusu bizim algılarımız, daha doğrusu, algılarımıza ilişkin kendi değerlendirmelerimizdir. Dünya bir aynadır, ne düşünüyorsak dışarıda da onu görür, onu yaşarız. Bakış açımızı değiştirirsek, gördüklerimiz de değişir.

• Ruhsal rahatsızlıklarımızın başlıca belirleyicisi işlevsel olmayan düşünce biçimimizdir. İstemediğimiz bir sonuçla karşılaşıyorsak, yanlış bir düşünceyle yola çıkmışız demektir. İşlevsel olmayan düşünce biçimi, abartma, aşırı yalına indirgeme, aşırı genelleme, mantıksız, geçersiz varsayımlarda bulunma, yanlış çıkarımlar yapma, salt iyi ya da salt kötü, salt doğru ya da salt yanlış gibi saltçı (esneklikten yoksun, keskin, “dogmatik”) düşünce ile kendini gösterir.

• Yaşadığımız sıkıntı, akılcı olmayan düşünce biçimimizden kaynaklanıyorsa, yaşadığımız sıkıntıyla başa çıkmanın başlıca yolu da düşünce biçimimizi değiştirmektir. Başımıza gelenlerle ilgili olarak dış güçleri suçlayacak olursak, bütün gücümüzü yitirmiş oluruz. Sorumluluk almamız gerekir. Sorumluluk almak demek, herhangi bir durumda birden çok seçeneğin olduğunun ayrımına varmak, aralarından birini seçebileceğini bilmek demektir. Başımıza gelenleri denetleyemeyebiliriz, ancak gösterdiğimiz tepkileri denetleyebiliriz. Bizim dışımızda hiçbir güç, düşüncelerimizi ya da tepkilerimizi denetleyemez. Soruna bakış açımız, sorunun kendisidir. Nasıl düşünüyorsak, öyle ele alırız. “Belimizi büken, taşıdığımız yük değil, onu nasıl taşıdığımızdır.”

• Hem kalıtsal, hem de çevresel etkenleri kapsayan birçok etken, akılcı olmayan bir biçimde düşünmemize yol açabilir. Akılcı olmayan yerleşik düşüncelerin böylesine yaygın olmasından anlaşılacağı üzere, bu tür düşüncelere kolaylıkla inanma eğilimimiz vardır; öte yandan, içinde yaşadığımız kültür de, çoğu zaman, bu yerleşik düşüncelerin özgül içeriğini destekliyor gibi görünmektedir. Yanlışlarımızın ilk ve başlıca nedeni, geçmişte edindiğimiz önyargılardır. Einstein’ın söylediği gibi, “Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha güçtür”.

• Gösterdiğimiz davranışların üzerinde, geçmişin etkilerden çok bugünün etkileri vardır. Bir ruhsal bozukluğun ortaya çıkmasında kalıtımsal ve çevresel etkenler önemli oluyorsa da, bunların neden süregidiyor olduğunu anlamamızı sağlayacak olan bu etkenler değildir. Genellikle insanlar, sürekli olarak kendi kendilerini düşünsel olarak “zehirleyerek” ruhsal rahatsızlıklarının sürmesini sağlarlar. Her nasıl elde edilmiş olurlarsa olsunlar, akılcı olmayan düşüncelere bağlanıp kalmak, ruhsal rahatsızlıklarımızın başlıca nedenidir. Dolayısıyla insanlar, geçmişteki düşüncelerini yeniden değerlendirirlerse ve bugün bunlardan kurtulurlarsa, bugünkü işlevsellikleri çok daha değişik olacaktır. Yaşam, yalnızca geriye dönük olarak anlaşılır, ancak ileriye dönük olarak yaşanır.

• Hiç kolay olmasa da, yerleşik düşünceler değiştirilebilir. Akılcı olmayan düşüncelerin değiştirilmesi, bunları tanımayı, üzerine gitmeyi ve bakış açısını değiştirmek için etkin ve sürekli bir çaba göstermeyi gerektirir; böylece yaşanan ruhsal sıkıntı da azalır…

Yanlış Akıl Yürütme

Yanlış akıl yürütme (usavurma, uslamlama) ve yanıltmaca, yanlış birtakım sonuçlar çıkarılmasına yol açabilir. Çıkarılan yanlış sonuçlar da, yanlış birtakım duygular hissetmeye, yanlış birtakım eylemlerde ve davranışlarda bulunmaya yol açabilir. Sonuç olarak yaşanan duygular ve gösterilen davranışlar, istendik olmayan sonuçlar doğurarak bizi mutsuz edebilir. Örnekleri şunlardır:

  • Döngüsel akıl yürütme: Yalnızca yeniden söyleyerek, belirli bir sonucu kanıtlama girişimidir. “P doğrudur, çünkü Q doğrudur; Q doğrudur, çünkü P doğrudur” diye belirtilir.

Örneği:

Görkem: Baba, neden mantık öğrenmeliyim?

Babası: Çünkü, zihninin gelişmesine yardımcı olur.

Görkem: Zihnim nasıl gelişir?

Babası: Çünkü, daha iyi düşünmene yardımcı olur.

  • Yüklü soru: İkinci bir soruya yanıt olduğunu varsayarak bir soru sorma.

Örneği:

Yargıç: Zavallı köpeğine kötü davranmayı bırakmadın mı?

  • Parçadan bütüne: Bir şeyin, bir parçasının doğru olmasının, bütününün de doğru olmasını gerektirdiğini öne sürme.

Örneği:

Türk Milli Takımı, Türkiye’deki en iyi oyunculardan seçildi. Her biri çok iyi bir oyuncu olduğu için, hiç kuşkusuz bu takım kazanacaktır.

  • Bütünden parçaya: Bir şeyin, bir bütün olarak doğru olmasının, parçalarının da doğru olmasını gerektirdiğini öne sürme.

Örneği:

Bu yılki olimpiyat oyunlarında Türk Takımı, geçmişte hiçbir takımın kazanmadığı denli madalya kazandı. Dolayısıyla, takımda yer alan Emre de çok iyi bir atlet olmalı.

  • Ya-ya da (siyah değilse beyazdır): Gerçekte iki seçenekten daha çok seçenek olmasına karşın, yalnızca iki seçenek varmış gibi sunma, iki seçenekten birini seçmek durumunda bırakılma.

Örneği:

Sevgili: Benimle ilgileniyor olsaydın, telefonuna bakmış ve sana gönderdiğim iletiyi görmüş olurdun. Telefonuna bakmamış olduğuna göre, benimle ilgilenmiyor olmalısın.

  • Yanlış dağıtılmışlık: Doğruluğu kabul edilen verilmiş iki önermeden, bu önermelerin içeriğini içinde bulunduran bir üçüncü önerme çıkarma biçimindeki akıl yürütme yolu tasım diye adlandırılır. Örneği, “İnsanlar ölümlüdür, Sokrates de bir insandır, o halde Sokrates ölümdür” akıl yürütmesi bir tasımdır. Mantık kurallarına göre, bir konu ile ilgili önerme, onun karşı geldiği her durumu kapsıyorsa doğru dağıtılmış, kapsamıyorsa yanlış dağıtılmış demektir.

Örneği:

Bütün kediler süt sever.

Benim yeğenim de süt seviyor.

Dolayısıyla benim yeğenim kedidir.

  • Genelleyiverme: Küçük bir örnekten bir genellemeye gitme.

Örneği:

Bütün Çorumlular çok zeki olmalı. Ben bir Çorumlu tanıyorum, dört işlemi kafasından yapıyor.

  • Zayıf benzeşim: Yalnızca küçük birtakım benzerliklerden yola çıkarak, başka bir tür benzerliğin olduğunu öne sürme.

Örneği:

Biliminsanı: Bulutlar yüzde 90 oranında sudan oluşur. Karpuz da yüzde 90 oranında sudan oluşur. Uçaklar, bulutların içinden uçabildiklerine göre, karpuzun içinden de uçabilirler.

Post hoc ergo propter hoc: A, B’den önce ortaya çıktığına göre, A, B’ye neden olmuş olmalı diye düşünme.

Örneği:

Çiftçi: Horozumuz her sabah ötüyor. Daha sonra gün doğuyor. Şimdi anlıyor musun, horozların bizim için ne denli önemli olduğunu?

  • Bulgu olmamasıyla kanıtlama: Hiç kimse, tersi bir bulgu ya da kanıt sunamadığı için, bir savın doğru olduğunu öne sürme.

Örneği:

Çiftçi: Ankara, Kazan’da dağ aslanları olmalı, çünkü bugüne dek, olmadıklarına ilişkin bir kanıt gösterebilen olmadı.

  • Ad hominem: Karşısındaki kişinin öne sürdüğü görüşü çürütmek yerine, onun kişiliğine ya da görüşünün çıkış nedenlerine saldırıda bulunma.

Örneği:

Engin: Amcam bütün katillerin idam edilmesi gerektiğini söylüyor, böylece hiç kimsenin bir başkasını öldürmek istemeyeceğini düşünüyor.

Sevil: Amcan da bir zamanlar tutuklanmadı mı? Sanıyorum geçmişte bir suç işlemiş bir kişinin görüşlerine güvenilemez.

  • Genel görüşe uygunluk: Toplumun çoğu benzer görüşte olduğu için kendi görüşünün de doğru olduğunu öne sürme.

Örneği:

Başkan adayı: Rakibim “Bütün savaşlar barış içindir” diyor, oysa toplumun büyük bir çoğunluğu savaş istemiyor. Dolayısıyla hiçbir koşulda bir savaşa girilmemelidir.

  • Korkuluk yanıltmacası: Karşısındaki kişinin savını değiştirerek ya da abartarak, görüşünü daha kolay bir biçimde çürütmeye çalışma, “demek istemediğini demiş gibi” ele alarak çürütmeye çalışma.

Örneği:

Kadın: Arabamız sık sık bozuluyor. Sanıyorum daha iyi bir araba almalıyız.

Erkek: Yepyeni bir araba mı alalım? Bizim bir Mercedes alacak paramız var mı sanıyorsun?..

Yanlış akıl yürüterek doğru sonuçlar çıkartamayız…

Duygusal Zeka

Duygusal zeka, (1) kişisel alanda, kendi duygusal durumunu ayırt edebilme, kendini doğru ortaya koyabilme, bağımsız olabilme, kendine saygı duyma ve kendini gerçekleştirme; (2) kişilerarası alanda, eşduyum (empati) yapabilme, toplumsal sorumluluk taşıma ve karşılıklı doyum sağlayan ilişkiler kurabilme; (3) uyum yeteneği alanında, sorun çözebilme, gerçeği doğru değerlendirebilme ve esneklik; (4) istenmedik olayları yönetebilme alanında, zora gelebilme ve dürtülerini denetleyebilme; (5) genel duygusal durum alanında ise mutluluk ve iyimserlik özelliklerini taşımaktır.

Duygusal zekanın kişisel alanı genellikle “iç benlik” olarak adlandırılır. Kişinin duygularıyla nasıl bir ilişkide olduğunu, kendisini ne denli iyi hissettiğini ve yaşamda ne yaptığını belirler. Bu alanda, duygusal durumunu ayırt edebilme, duygularını tanıyabilme, bunları birbirlerinden ayırt edebilme, bu duyguları neden hissettiğini bilebilme ve duygularının başkaları üzerinde yarattığı etkiyi görebilme anlamına gelir… Kendini doğru ortaya koyabilmek için üç koşula gereksinilir. Birincisi, duyguları dışavurmadan önce bunları doğru tanıyabilecek denli duygularının ayrımında olunmalıdır. İkincisi, hoşnutsuzluğu ve kızgınlığı, öfkelenme ve hiddetlenmeye dönüşmeyecek bir biçimde, yeterince dürtü denetimi sağlayarak gösterebilmeli ve isteklerini uygun bir biçimde ve uygun yoğunlukta dile getirebilmelidir. Üçüncüsü, kendi haklarını uygun bir biçimde savunabilmelidir. Bu, kendi karşı görüşlerini ve istekleri savunurken, başkalarının görüşlerine de saygı göstermek ve onların gereksinmelerine karşı ayrıca duyarlı olmak demektir… Bağımsızlık, düşünce ve eylemlerinde kendi kendini yönlendirebilmek ve kendi kendini denetleyebilmek, ayrıca duygusal bağımlılıklardan uzak durabilmektir. Bağımsız insanlar, önemli kararları tasarlarlarken ve bu kararları alırlarken kendilerine güvenirler. Bununla birlikte, kendileri için doğru kararları almadan önce başkalarının görüşlerine de başvururlar. Başkalarına danışmak bir bağımlılık göstergesi değildir. Bağımsızlık, kendi ayaklarının üzerinde durabilme becerisi olarak da tanımlanabilir. Eylemlerinin arkasında durabilmek ve bunların sorumluluğunu taşıyabilmektir. Kendi yaşamının sorumluluğunu taşımak, kendisi olabilmek ve kendi yönünü çizebilmek demektir. Her ne uğruna olursa olsun kabul görmeyi bekleyen ve kimseyi gücendirmemeye çalışan insanlar bağımsız olamazlar… Kendine saygı duyma, kendini özde iyi olarak kabul edebilme yetisi olarak tanımlanır. Kendine saygı duyma, kendini olduğu gibi sevebilmektir. Olumlu yönlerini görüp bunlara değer vermek, yanı sıra olumsuz yönlerini ve kısıtlılıklarını kabul etmek ve yine de kendini iyi hissetmektir. Güçlü ve güçsüz yanlarını bilmek ve yine de kendini olduğu gibi sevmektir… Kendini gerçekleştirme, yeterlik alanlarında başarı gösterebilmek, yeterliklerini yaşama geçirebilmektir. Anlamlı ve doyum sağlayan bir yaşam sürmeye yol açan amaçlarının olmasıdır. Eğlendirici ve anlamlı etkinlikler geliştirmeye istekli olmak, gerektiği gibi uzun erimli amaçlar için çalışmayı göze almak da gerekir…

Duygusal zekanın kişilerarası alanı, insanla ilgili, insana değgin becerilerdir. Bu alanda iyi bir işlevsellik gösteren insanlar, sorumluluk taşıyan, güvenilir insanlardır. Diğer insanlarla, değişik ortamlarda ve değişik koşullar altında, iyi ilişkiler kuran, doğru etkileşimlerde bulunan ve başkalarını doğru anlayan kişilerdir… Eşduyum (empati), başkalarının duygu ve düşüncelerinin ayrımında olma, onları anlama ve onlara değer verme yetisidir. Eşduyum, insanların hissettiklerinin ya da düşündüklerinin ne olduğuna, bu duygu ve düşüncelerin nasıl ve neden ortaya çıktığına karşı duyarlı olmaktır. Eşduyum sağlayabilmek demek, başkalarını duygusal açıdan okuyabilmek demektir. Eşduyum sağlayabilen insanlar, başkalarına özen gösteren, onlarla ilgilenen ve onları da düşünen insanlardır. Eşduyum, bir başkasının bakış açısını yargılamadan anlamak ve ters gelse bile buna anlayış göstermektir. Daha temel anlamında eşduyum, dünyaya başka bir insanın bakış açısıyla bakabilme yetisidir, herhangi bir durumda, bir başkasının ne düşünebileceğine ya da ne hissedebileceğine karşı duyarlı olmaktır… Toplumsal sorumluluk taşıma, toplumun, işbirliği yapmaya yatkın, katkıda bulunan ve yapıcı bir üyesi olduğunu gösterme yeteneğidir. Sorumluluk almayı, birtakım işleri başkaları için ve başkalarıyla birlikte yapmayı, başkalarını kabullenmeyi, vicdanına göre davranmayı ve toplumsal kurallara arka çıkmayı kapsar. Toplumsal sorumluluk taşıyan insanların toplumsal bilinçleri gelişmiştir ve bu insanlar başkaları için de tasalanır ve toplum yönelimli sorumluluklar alırlar. Kişilerarası duyarlıkları vardır ve başkalarını kabul edebilirler; yeteneklerini, yalnızca kendileri için değil, toplum için de kullanmaya açıktırlar… Karşılıklı doyum sağlayan ilişkiler kurabilme ve bunları sürdürebilme becerisi, yakınlık kurabilmeyi ve sevgi alıp vermeyi kapsar. Karşılıklı doyum demek, alma ve vermeyi de kapsayan, ödüllendirici ve eğlendirici, anlamlı toplumsal alış veriş demektir. Olumlu kişilerarası ilişki becerisi, başkalarına karşı duyarlı olmayı kapsar. Duygusal zekanın bu öğesi, başkalarıyla arkadaşça ilişkiler kurma isteğini içerdiği gibi, kurulan bu ilişkilerde kendini iyi ve rahat hissetmeyi ve toplumsal etkileşimlerle ilgili olarak olumlu beklentiler içinde olmayı da içerir…

Uyum yeteneği alanı, çok değişik zor durumları doğru değerlendirip, bunlara doğru tepkiler verebilme becerisiyle ilişkilidir. Bu alandaki başarı, sorunları kavrayabilmek ve etkin çözümler üretebilmek demektir. Aile içi sorunları ele alıp çözmeyi, toplumsal etkileşimlerdeki ve işyerindeki çatışmaları göğüsleyebilmeyi ve bunlara çözümler getirebilmeyi kapsar. Sorun çözebilme yeterliği, sorunları doğru tanıma ve tanımlayabilme ve etkin çözümler üretebilme becerisidir… Gerçeği doğru değerlendirme, kişinin yaşadıklarıyla, nesnel gerçekliğin birbirini tutup tutmadığını ayırt edebilme becerisidir. Gerçeği değerlendirmek için, hemen o sırada, içinde bulunulan duruma karşı duyarlı olmak gerekir. Gerçeği değerlendirme, en yalın anlatımıyla, nesnel olarak bakabilmektir; hissettiği, istediği ya da korktuğu gibi değil… Kişinin, bunu yapabilmesi için, duygularını, algılarını ve düşüncelerini doğrulayacak nesnel kanıtları araştırması gerekir… Gerçeği değerlendirebilmek için dış dünyadan kaçmamak, hemen o sırada, içinde bulunulan duruma karşı duyarlı olmak, ayrıca algılarda ve düşünce süreçlerinde açık seçik ve anlaşılır olmak gerekir. Yalın bir anlatımla gerçeği değerlendirme, hemen o sırada, içinde bulunulan durumu doğru kestirmek, doğru değerlendirmek, nesnel bir değerlendirme yapmak demektir… Esneklik, kişinin, düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını, değişen durumlara ve koşullara uyarlayabilme becerisidir. Esnek insanlar, katı bir tutum takınmayan, çevik ve değişmeye yatkın kişilerdir. Elde ettikleri yeni kanıtlar, onların yanılgı içinde olduğunu gösterdiğinde, görüş ve düşüncelerini değiştirebilirler. Genellikle değişik görüşlere ve bakış açılarına, yönelimlere, yollara ve uygulamalara açıktırlar ve bunları hoşgörebilirler. Düşüncelerini ve davranışlarını değiştirebilme yeterlikleri rastgele ya da düşüncesizce, gelip geçici ve değişken değildir, çevrelerinden aldıkları geri bildirimle uyumludur. Böyle bir yeterlikten yoksun kişiler, katı olma ve ayak direme eğilimi gösterirler. Yeni durumlara uyum sağlayamazlar ve karşılarına çıkan yeni fırsatlardan yararlanamazlar…

İstenmedik olayları yönetebilme alanı, yıkılmadan, çökmeden, dağılmadan, parçalanmadan, denetimini yitirmeden ya da bitip tükenmeden istenmedik olaya karşı koyma, buna dayanma, göğüs germe ve direnme becerisiyle ilişkilidir. Bu alanda başarı gösterebilmek için genellikle sakin kalmak ve dürtüsel davranmamak gerekir, ayrıca zor altında kalındığında baş edebilmeyi bilmek gerekir. İstenmedik olayları yönetebilme alanı, olumsuz olaylara ve zor koşullara, etkin karşı bir tutum takınarak, bedensel ya da duygusal belirtiler geliştirmeksizin göğüs gerebilme becerisidir. Dürtü denetimi, insanın içinden gelen belirli bir dürtüsüne, itkisine ya da eyleme geçme eğilimine karşı durabilme ya da bunları geciktirebilme becerisidir. Dürtü denetimi, öfke ve saldırganlık dürtülerini tanımayı ve sakin kalmayı, ayrıca öfkeli, saldırganca, düşmanca ve sorumsuz davranışları durdurmayı gerektirir. Dürtüsel insanlar, çalkantılı, düşünmeden davranan, davranışlarının sonuçlarını öngöremeyen sabırsız insanlardır. Dürtülerini etkin bir biçimde denetleyebilen insanlar, tepkisel yanıt vermek yerine önce düşünürler. Böylece değişik seçenekleri göz önünde bulundurmak için kendilerine zaman tanımış olurlar ve hangi tepkilerinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini kendi içlerinde tartarlar. Bu da, daha akılcı bir karar verme sürecine ve sorumluluğu alınabilecek birtakım davranışların ortaya çıkmasına neden olur.

Duygusal zekanın genel duygusal durum alanı, yaşama nasıl bakıldığıyla ve kişinin kendi kendine ve çevresindekilere nasıl bir “tat verdiği” ve yaşadığı genel doyum ya da doyumsuzluk duygularıyla ilişkilidir. Mutluluk, yaşamından doyum bulabilme becerisidir, kendinden ve çevresindekilerden “tat alma” ve eğlenebilme becerisidir. Mutluluk, benlik doyumu, genel bir yaşam sevinci ve yaşamdan zevk alma bileşenlerinden oluşur. Mutlu insanlar çoğu zaman kendilerini iyi hissederler. Mutluluk, sevinç içinde olmayı ve istekli davranmayı kapsar. İyimserlik ise, yaşamın daha aydınlık yanına bakma ve terslikler olsa bile olumlu tutumunu sürdürebilme becerisidir. İyimserlikte, kişinin yaşama yaklaşımında hep bir ölçüde umut olduğu varsayılır. Günlük yaşama olumlu bir yaklaşımdır. İyimserlik, her ne olursa olsun, her şeyin yolunda gideceği beklentisinde olmak demek değildir. Böyle bir eğilim gerçeği doğru değerlendirememek demektir ve olaylarla baş etmede kişinin payına düşeni görmezden gelmesiyle sonuçlanır. Çünkü göğüslenmesi gereken olası zor durumlarla ilgili gerçeklerin görülmesini engeller. Oysa gerçek iyimserlik, özellikle kişisel engellenmişlikler yaşarken, kişinin kendisi ve çevresindeki dünyayla ilgili “yıkıcı” düşünceleri düşünmekten uzak durabilmeyi başarma becerisidir.

Yaşam Adil Değildir

Yaşam her zaman adil değildir. Belki de bu, öğrenmemiz gereken en acı, kabullenmesi en güç olan gerçektir. Çektiğimiz acılar bize çok şey öğretir, yeter ki biz bunlardan bir şeyler öğrenmek isteyelim.

Yaşamda gerçekten başarı kazanmanın yolu, büyük ölçüde, karşılaştığımız güçlüklerle, tersliklerle, olumsuzluklarla, istenmedik durumlarla nasıl başa çıktığımıza bağlıdır. Bütün insanların başına benzer şeyler gelir. Önemli olan, bunların başımıza gelip gelmemesi değil, bunlarla nasıl yaşadığımız, bunlara nasıl tepki gösterdiğimizdir. Yaşamda başarılı olmuş insanlar, adil ve hakça olmayan durumlardan kaçmazlar. Bu durumu olduğu gibi kabul ederler (“Böyle bir durumla karşılaşmamalıydım…” içsel dayatmasında bulunmak yerine, “Değil mi ki böyle bir durumla karşılaştım…” diyerek içsel konuşmalarına başlarlar) ve bununla daha yapıcı bir biçimde baş etmeye çalışırlar. “Önemli olan iyi bir ele sahip olmak değil, kötü bir elle iyi oynamaktır.”

Ne olduğumuz, içinde bulunduğumuz koşullardan çok, bu koşullar altında nasıl karar verdiğimize ve nasıl bir seçim yaptığımıza bağlıdır. Kimi insanlar, yaşamlarının yıldızlar, burçlar, şans, alınyazısı, yazgı (kader, kötü talih) gibi kendi dışlarındaki güçlerce belirlendiğine inanırlar. Ancak bu kişilerin anlamak istemedikleri, insanların güç birtakım durumlarda kaldıklarında, bir karar verme, bir seçim yapma durumunda da kaldıklarını göremiyor olmalarıdır. Oysa kişinin daha sonra yaşayacakları, büyük ölçüde bu kararına, bu seçimine bağlı olacaktır.

Yaşam güçlüklerle doludur ve her zaman adil değildir ve bundan sonra da, belki hiçbir zaman adil olmayacaktır. Ancak bu bakış açısı, yaşam iyi değildir, ödüllendirici değildir ve bundan zevk alınamaz anlamına da gelmez ve insanların yaşamdan zevk almaları da gerekir. Yaşam güçlüklerle dolu olabilir, kimi zaman adil ve hakça davranmayabilir; ancak bütün bunlar, altından kalkılamayacak, dayanılamayacak durumlar da değildir. Ayrıca yaşamdan zevk almamayı da gerektirmezler. Gülmeyi bilin, yaşam da sizinle birlikte gülecektir…

Kaygı Uyandıran Düşünceler

Kaygı uyandıran düşünceler, esneklikten yoksun, katı ve uçlarda yer alan, dayatmacı düşüncelerdir. Bunlar, sözgelimi, “Yaptığım sunumda çok iyi olmalıyım” gibi dayatmacı bir düşünceden köken alabilir; arkasından, “Yaptığım sunumda çok iyi olmazsam bu korkunç olur” gibi bir korkunçlaştırma düşüncesi gelebilir; bunun türevi olarak, “Yaptığım sunumda çok iyi olmamaya katlanamam” gibi katlanılamazlık algısına ilişkin bir düşünce gelebilir ve en sonunda bunların türevi olarak da, “Yaptığım sunumda çok iyi olamazsam, bu benim yetersiz biri olduğumu gösterir” gibi bir kendine değersizlik yükleme düşüncesi gelebilir. Burada kaygıya neden olan, söz konusu durumun kendisi değil, söz konusu durumla ilgili akılcı olmayan düşüncelerdir.

İnsanlar, gözlerini korkutan bir durumla karşılaştıklarında kaygı duyduklarını düşünürler. Oysa göz korkutucu bir durum, kaygı uyandırmak için gerekli, ancak yeterli bir koşul değildir. Gerçekte, insanların kaygı uyandıran kendi düşünceleri kaygı duymalarına neden olur, karşılaşılan olay bunun için yalnızca bir tetikleyicidir. İstenmedik kaygı duygusunu yaşamamak için de, benzer durumlardan kaçınılmaya çalışılır. Söz konusu durumlardan kaçınılması da, yaşanan duyguların arkasında yatan akılcı olmayan düşünceleri pekiştirerek onları daha da derinleştirir. Kaçınılmadığı ya da kaçınılamadığı durumlarda da güvenliğini sağlamaya dönük birtakım davranışlarda bulunulur. Sözgelimi, kişi kötü bir sunum yapmamak için yapacağı konuşmaya çok hazırlanır, ancak bu da kaygısını azaltmaz, çünkü gözünün korktuğu durumla ilgili olarak ve yeterli olup olamayacağına ilişkin belirsizlikle ilgili olarak akılcı olmayan düşüncelerini değiştirmediği için, yine duyduğu kaygıdan kurtulamaz.

Benlik alanıyla ilgili kaygı uyandıran düşünceler “-meliyim, -malıyım ya da -memeliyim ya da -mamalıyım, yoksa olumsuz bir sonuç doğar” denerek anlatılır. Benlik alanının dışında kalan kaygı uyandıran düşünceler ise, göz korkutucu durum gerçekten ortaya çıkarsa “Buna katlanamam” ya da “Bu korkunç olur” denerek anlatılır. Sözgelimi “Bayılacak olursam, bu benim yetersiz biri olduğumu gösterir ve buna dayanamam (katlanamam)” denebilir.

Kaygı uyandıran akılcı olmayan düşüncelerden kurtulmanın yolu da, doğacak olasılığın ne denli yüksek olduğunu kendi kendine sormaktan ve söz konusu durumun gerçekçi bir biçimde ele alınıp alınmadığını yeniden sorgulamaktan geçer. Gerçekçi bir biçimde sorgulanmıyorsa, nasıl daha gerçekçi bir bakış açısı kazanılabileceğini araştırmaktan ve akılcı düşünmekten geçer. Bunun için, kendi kendimize sormamız gereken beş temel soru vardır:

(1) Ortaya çıkmasından kaygılandığım durumun (olayın) olma olasılığı ne? (“Çok büyük bir olasılık olmasa gerek… Oysa, ortaya çıkma olasılığı çok daha yüksek olan başka birçok durum için kaygılanmıyorum, onlar için içimde bir kaygı ya da korku yok. Olma olasılığını abartıyor da olabilirim…”)

(2) Böyle bir durum ortaya çıkacak (böyle bir olay olacak) olsa bile, bunun üstesinden gelemez miyim? (“Sanıyorum üstesinden gelebilirim, kendi baş etme becerilerimi küçümsüyor olabilirim…”)

(3) Üstesinden gelemeyecek, baş edemeyecek bile olsam, sonuçlarına katlanamaz mıyım? (“Dünyanın sonu değil ya!.. Sonuçlarına katlanabileceğimi düşünüyorum. Katlanamam diye düşündükçe, katlanmamı güçleştiriyor olabilirim. ‘Pireyi deve yapıyor’ olabilirim…”)

(4) Kaygılanıp duruyor olmam, böyle bir durumun ortaya çıkma (olayın olma) olasılığını azaltıyor mu? (“Azaltmadığını ben de biliyorum. Üzerinde düşününce, sanki kaygılanmasam, istemediğim bir sonuç doğacakmış gibi, aralarında yanlış bir ilişki kurduğumu anlıyorum..”.)

(5) Dolayısıyla, kaygılanıp duruyor olmamın şu an için ne gibi bir anlamı var? Bir önlem almam gerekiyorsa alayım, alabileceğim bir önlem yoksa kaygılanıp durmayı bırakayım, çünkü bunun bir yararı olmadığı gibi, esenliğimi de (ruhsal iyilik durumumu da) bozuyor…

Yaşamdan Doyum Bulma

Yaşamınızdan ve yaşamaktan ne denli doyum buluyorsunuz? Yaşamınızdan yeterince doyum bulamıyorsanız neler yapmanız gerekiyor? Bunun için aşağıdaki soruları kendi kendinize sormanızda yarar var:

1. Genel mutluluk düzeyiniz nasıl? Yaşam iniş çıkışlarla doludur, kimi zaman kendimizi oldukça iyi hissedebilir, kimi zaman oldukça kötü… Ancak genel olarak baktığınızda, genel olarak mutlu musunuz, yaşamaktan doyum buluyor musunuz? Yeterince mutlu olmadığınızı düşünüyorsanız ya da yaşamdan yeterince doyum almadığınızı düşünüyorsanız, başka neler yapmanız gerektiğini düşünüyorsunuz?

2. Bugünü yeniden yaşayacak olsanız, yine aynı biçimde mi yaşardınız? Ya da geçmişten bir günü seçin. O günü yeniden yaşayacak olsaydınız, yine öyle mi yaşardınız? Yaşamazdıysanız, neden öyle yaşamazdınız? Başka nasıl yaşayabilirdiniz? Başka bir biçimde yaşamak için ne yapardınız? Bugün ya da yarın, daha değişik ne yapmayı düşünüyorsunuz?

3. Yaşamınızda sürüp giden birtakım sorunlar var mı? Bunları değiştirmek için yapmanız gereken köklü birtakım değişiklikler var mı? Bunun için ne bekliyorsunuz, ne’yi bekliyorsunuz, niye bekliyorsunuz?

4. Yakın bir ilişkiniz var mı? Kendinizi çok yakın, birlikteyken çok güvende hissettiğiniz, sizi yakından tanıyan, sizi, siz olarak kabul etmiş olan ve sizi doğru anlayan biri var mı yaşamınızda? Bu ilişki ve onunla iletişimde olmak ve iletişimde kalmak, kendinizi iyi hissettiriyor mu? Onunla içten ve derin birtakım konuşmalar yapabiliyor musunuz? Yokluğunda derin bir özlem duyuyor musunuz? Tek başınalık, yalnızlık ve anlaşıldığını düşünmemek insanı çok kötü hissettirir. Hepimizin insan ilişkisine çok gereksinimimiz vardır. İlişkinizi yüzeysellikten kurtarmak ve derinleştirmek için başka neler yapabilirsiniz? Yakın bir ilişkiniz yoksa ya da bu sorular bağlamında ilişkinizi yeterince yakın bulmuyorsanız, yakın bir ilişkinizin olabilmesi ya da sürdürdüğünüz ilişkinin daha yakın olabilmesi için başka neler yapabilirsiniz?

5. İlişkinizde denge korunuyor mu? Sürdürülen ilişkide kendini güvende hissetmek ne denli önemli ise, dengenin korunması da o denli önemlidir. Bir denge içinde yürümeyen ilişkiler eninde sonunda çökerler. Hep bir yan özveride bulunuyorsa, yükü hep tek bir yan taşıyorsa, o yan yeterince bir takdir görmüyorsa, zaman içinde bir güceniklik başlayacak ve yükü taşıyan kişi tükenecektir. İlişkilerde, sevgi duymaktan daha önemlisi, karşısındakine saygı duymaktır. İlişkide kullanılan dile özen gösterilmiyorsa, kullanılan sözcüklerin karşısındaki kişide nasıl bir etki yaratabileceğine ilişkin bir eşduyum gösterilmiyorsa, ilişki çıkmaza girebilir. Dilin kemiği yoktur, ancak bir kalbi kırmaya yetecek denli güçlüdür. Suçlayıcı bir dille yaklaşmak, karşısındakini anlamaya ve çözüm üretilmesine daha baştan engel olur. Sağlıklı bir ilişki emek ister, yürek ister, özen ister, yanların birbirlerinin değerini bilmelerini, “Her ne dersem diyeyim, her ne yaparsam yapayım zaten yanımda, yanımda olmak zorunda…” dememeyi gerektirir. Diğer yandan, yaşamınızın akışını bir başkasının belirlediğini düşünüyorsanız, kendi yaşamınızın denetimi kendi elinizde değilse, sürekli alttan almak zorunda kalıyorsanız, kendinizi kapana kısılmış gibi hisseder, kendinize yabancılaşır ve eninde sonunda bir çökkünlük yaşarsınız. İlişkiniz bir denge içinde yürüyor mu? Öyle değilse, bunun nedeni ne? Bunu, yeniden bir dengeye oturtmak için başka neler yapabilirsiniz?

6. İşinizi seviyor musunuz? İş yaşamının birçok boyutu vardır. Yalnızca karnınızı doyurmak için çalışıyor olabilirsiniz ya da işiniz yaşamınızda çok önemli bir yer tutuyor olabilir. İşiniz, toplumda bir yer edinmenizi sağlıyor olabilir, size toplumsal bir kimlik kazandırıyor olabilir, işiniz bir yaşam amacınız olabilir ya da kendinizi gerçekleştirmenizin önemli bir yolu olabilir. İş yaşamınızın sizin için ne gibi bir anlamı var? İşinizle ilgili olarak yaptıklarınızdan doyum sağlayabiliyor musunuz? Sağlayamıyorsanız, neyi daha değişik yapmanız gerekli gibi duruyor?

7. Tutkuyla bağlı olduğunuz, geleceğe ilişkin birtakım hedefleriniz var mı? Bugünden ileriye bakacak olsanız, 3, 5, 10 ya da 20 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz? Yoksa kendinizi “yuvarlanıp gidiyormuş” gibi mi hissediyorsunuz? Her ne yapıyorsanız, önünüzü görmeden, onu yapmanız sizden beklendiği için mi yapıyorsunuz? Bir an için durun, ne’yi, neden yaptığınız üzerinde yeniden bir düşünün. Geleceğinizi tasarlayın. İleriye bakabilmek için, küçük ya da büyük, kendinize somut birtakım hedefler koyun. Kendine bir hedef koymak, yaşama bir anlam katar, yaşama tutkuyla bağlanmayı sağlar ve sizi, yaşamdan sıkılmaktan ve kendini gereksiz hissetmekten kurtarır.

8. Yapacaklarınız sıralamasında neler var? Bunu düşünmek, sizi bir adım daha ileriye taşıyacaktır. Yaşamda ne gibi pişmanlıklarınız oldu? “Yaşadıklarım güzeldi” diyebilmeniz için neler yapmanız gerekiyor? Mutlu yaşlılar, geçmişte yaptıklarıyla doyum içinde olan kişilerdir. Evrendeki bütün diğer varlıklardan değişik olarak insanların özgür birtakım seçimler yapma hakları vardır. Yaşadıklarımız üzerinde bir denetimimiz olmadığı algısı içindeyken bile birtakım seçimler yapabiliriz. Seçimlerimiz sınırlı olsa bile, bunları seçmek güç olsa bile, her zaman bir seçim yapma özgürlüğümüz vardır. Nasıl yaşayacağınıza karar verin ve öyle yaşamaya çalışın, bu yaşam yalnızca sizin ve bir tekrarı olmayacak, yeniden yaşanmayacak…

9. Yaparken kendinizden geçtiğiniz bir uğraşınız ya da uğraşlarınız var mı? Bu uğraşınızla uğraşırken zaman algınızı yitiriyor ve yaptığınız işe kendinizi kaptırıyor musunuz? İşte, yaşadığınız andan en doyum bulduğunuz zamanlar, bu zamanlardır; bir akış içinde olduğunuz bu zamanlardır. Böyle zamanları nasıl artırabilirsiniz?

10. Kendinize iyi bakıyor musunuz? Size zarar veren davranışlardan ve tutumlardan uzak durmaya çalışıyor musunuz? Sağlığınıza özen gösteriyor musunuz? Dış görünüşünüzle barışık mısınız? Kendiniz olmaktan ötürü mutlu musunuz? Kendinizi koşulsuz kabul ediyor musunuz?

Özetle, “Sevdiğiniz bir işiniz, sevdiğiniz bir sevgiliniz ya da eşiniz ve gerçekleştirmek istediğiniz bir düş’ünüz” varsa yaşamdan doyum alıyorsunuz demektir… Yoksa, niye bulmaya çalışmıyorsunuz?..

Kendini Koşulsuz Kabul Etme

İnsanların, kendilerini, belirli bir koşula bağlamadan (“… isem değerliyim” demeden), koşulsuz kabul etmeleri gerekir. Kendini koşulsuz kabul etmenin genel ilkeleri şunlardır:

• İnsanlar, özel birçok alanda birbirleriyle eşit olmayabilirler, ancak bir insan olarak birbirlerine eşittirler.

• Bir insanın değişik birtakım özelliklerine, değişik birtakım yönlerine bir değer biçilebilir, ancak bir insana genel olarak “tek bir değer” biçilemez. Birtakım özelliklerimizle birbirimizle karşılaştırılabiliriz, ancak bir insan olarak birbirimizle karşılaştırılamayız. Her birimiz ayrı ayrı değerliyiz, her birimiz ayrı ayrı bir değeriz.

• İnsanlar, birbirlerine benzemeyen, “biricik”, bir diğer eşi olmayan, kendilerine özgü birer varlıktırlar. “Evrende ufacık bir noktayız, belki bir nokta bile değiliz, ama her birimiz birer evreniz.”

• İnsanlar, insan oldukları için, yaşıyor oldukları için, “biricik” ve “eşsiz” oldukları için ve sürekli olarak değiştikleri için, kendi başlarına değerlidirler.

• İnsanlar, yanılabilen, yanlış yapabilen varlıklardır. Kendilerini böyle kabul etmeleri gerekir.

• Kendimizi koşulsuz kabul edersek, daha mantıklı düşünebilir ve aşırı genelleme yapma yanlışına düşmeyiz. Tek bir davranış ya da tutumumuzu değerlendirerek, kendimizle ilgili genel bir yargıya ulaşmaya çalışma yanlışına düşmeyiz.

• Kendimizi koşulsuz kabul edersek, duygularımız sağlıklı, davranışlarımız yapıcı olur. Ancak, yaptığımız bir yanlıştan ötürü kendimizi koşulsuz kabul edecek olursak, aşağıdaki aşamalardan geçebiliriz:

o Yanlış davrandığımızı kabul ederiz.

o Böyle davrandığımız için üzülür, pişman oluruz.

o Yaptığımız yanlıştan bir ders çıkarırız.

o Yanlış davranmamıza yol açan bütün etkenleri gözden geçiririz.

o Gelecekte nasıl daha değişik davranabileceğimize karar veririz.

o Gelecekte daha değişik davranma kararlılığını gösteririz.

Çünkü, “Biz, davranışlarımız değiliz”. Davranışlarımızın göreceli olarak iyi ya da kötü olmasından bağımsız olarak, biz, bir birey olarak, bir insan olarak değerliyiz. Davranışlarımız göreceli olarak iyi ya da kötü olabilir, bu bizim iyi ya da kötü olduğumuzu göstermez… Ancak kendimizi böyle kabul edersek, istenmedik davranışlarımızı kolaylıkla değiştirebiliriz…