Yalnızlık

Yalnızlık, kişinin, kişilerarası ya da toplumsal ilişkilerinin (nicelik [sayı] olarak olsa da, daha çok nitelik olarak), istediğinden daha düşük düzeyde olması sonucu yaşadığı sıkıntıdır. Yalnızlık yaşantısı son derece öznel (sübjektif) bir yaşantıdır. Kişi, yalnız olabilir, ancak yalnızlık çekmeyebilir; diğer insanlarla bir arada olabilir, ancak çok büyük bir yalnızlık algısı içinde olabilir. Yalnızlığın tersi, birlikte ya da bir arada olmak değil, yakınlık duymaktır. Yapılan çalışmalarda, gelişmiş toplumlarda insanların yaklaşık üçte birinin yalnızlık algısı içinde olduğu, 12 kişiden birinin de bu durumdan aşırı ölçüde olumsuz etkilendiği bulunmuştur. Kişinin geliri ve eğitim düzeyi gibi etkenlerin de koruyucu etkenler olmadığı saptanmıştır.

Dış uyaranlardan uzak kalmak, düşünmek ve kendi başına davranmak için kendine, tek başına, özel zaman ayırmak, yalnızlık demek değildir. Yalnızlık, benliğin yoksulluğu, tek başına kalabilmek ise benliğin zenginliği olarak görülebilir. “Kendinizle arkadaş olursanız hiç yalnız kalmazsınız” diyen güzel bir deyiş vardır. Tek başına kaldığınızda, birlikte olduğunuz insanı seviyorsanız, onunla barışıksanız, zaten yalnız değilsinizdir. Bu deyişe iki değişik açıdan bakılabilir. Birinci bakış açısı, insanın kendisinden sıkılmaması, kendiyle kalmasının tadını çıkarması ve kendi başına geçireceği zamanlarda, kendini yeniden bulması ve kendini geliştirmesine katkıda bulunabiliyor olmasıdır; diğer bakış açısı, kendisiyle bile arkadaş olamayanların, diğer bir deyişle, kendisiyle barışık olmayanların, başkalarıyla da yakın ilişki kuramayacak ya da arkadaş olamayacak olmalarıdır. Başkalarıyla ilişkide olmanın da üç düzeyi vardır. Bunlardan biri yakın ilişkidir (sevgili ya da eş), diğeri çevresel ilişkidir (arkadaş çevresi) ve bir diğeri ortaklaşa ilişkidir (toplum). Yalnızlığın değerlendirilmesinde, kişinin ne sıklıkta yanında yakınlık duyduğu birinin olmadığı, ne sıklıkta kendisini dışlanmış hissettiği ve çevresindeki kişilerle benzer değerleri taşımadığı ve toplum dışında kaldığı düşüncesinde olduğu değerlendirilir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, psikiyatrist John Bowlby tarafından geliştirilen “bağlanma kuramı”, bebekle, bebeğe bakımveren arasındaki güçlü duygusal bağın önemi üzerinde durmuştur. Bu yaklaşım, çağdaş yalnızlık kuramlarının öncüsü gibidir. Bu bakış açısına göre, güvensiz bağlanma örüntüleri olan çocuklar, yaşıtlarınca dışlanacak biçimde davrandıklarından ötürü yalnızlık algısı içinde olurlar. Böyle dışlanmaları da, birtakım toplumsal beceriler geliştirmelerini engellediği gibi, başka insanlara güvensizliklerini de artırır, dolayısıyla bu tutumları da süregiden yalnızlıklarını besler.

Öte yandan, toplumbilimci Robert S. Weiss, karşılanmayan altı toplumsal gereksinmenin yalnızlık duygusuna katkıda bulunduğunu belirtmiştir. Bunlar, bağlanma, toplumsal bütünleşme, ilgi görme, değer bilinme, güvenilir bir işbirliği algısı içinde olma ve zorlanılan durumlarda yol gösterilme gibi gereksinmelerdir. Weiss, yalnızlığın giderilmesinde, arkadaşlığın, yakın bir ilişkinin yerine tutamayacağını da söylemiştir.

Birtakım kişilik özelliklerin de yalnızlık duygusu yarattığı öne sürülmüştür. Toplumsal kaygı yaşayanların, utangaç kişilerin, sürekli üzüntü duyanların, düşmancıl duygular içinde olanların, benlik saygıları düşük olanların, başkalarıyla iyi bir etkileşime giremedikleri, anlamlı ve kendilerini ödüllendirici ilişkiler kuramadıkları saptanmıştır.

Bilişsel yaklaşım ise daha çok yüklenen anlamlar üzerinde durur. Bu yaklaşıma göre, yalnız insanların daha kötümser bir bakış açıları vardır. Bu kişiler, diğer insanlara, olaylara ve içinde bulunulan koşullara daha olumsuz bakarlar ve kendilerine doyum veren toplumsal ilişkiler kuramamaktan ötürü kendilerini suçlama eğiliminde olurlar. Yalnızlık duygusu içinde olan bireylerin olumsuz toplumsal beklentileri, bu beklentileriyle eşleşen tutum ve davranışlarla karşılaşmalarına yol açar. Bunlar da, yalnız kişilerin beklentilerini pekiştirir ve onların toplumsal gereksinmelerini karşılayacak kişilerin onlardan uzaklaşmalarına yol açacak biçimde davranmalarına yol açar. Bu durum, deneysel birtakım çalışmalarda da gösterilmiştir. Öyle ki, olası toplumsal bir tehdit (rekabet, ihanet gibi) karşısında yalnız bireyler, daha hızlı ve yoğun bir biçimde, güvensizlik, düşmancıl tutumlar ve katlanamazlık algısıyla tepki göstermişlerdir.

Yalnız kişilerin toplumsal dünyaya ilişkin, olumsuzluk yüklü, kendini koruma bakış açıları, zorlandıkları durumları nasıl yorumladıklarını ve bunlarla nasıl başa çıktıklarını da etkiler. Yalnız kişiler, zorlandıkları durumlar karşısında daha çok geri çekilirlerken, kendilerini yalnız hissetmeyen kişiler daha etkin bir biçimde baş etmekte ve sorun çözmekte ve başkalarından daha çok ve daha somut destek arayışında olmaktadırlar. Belirli birtakım durumlarda, zorlanılan durumlardan uzaklaşmak akılcı gibi görünebilirse de, sürekli bir kaçınma davranışı içinde olmak, giderek bunaltıcı olabilir. Giderek zorlanma da, daha çok ruhsal ve bedensel hastalığa yol açabilir. Gerçekten de, yalnızlık, insanın beden ve ruh sağlığı üzerinde olumsuz birtakım etkiler yaratır. Bunlar arasında, kalp-damar hastalıkları ve inme, şeker hastalığı ve romatizma hastalıkları, bellek ve öğrenme bozuklukları, karar vermede güçlük çekme, toplumdışı davranışlar, alkol ya da madde kötüye kullanımı, Alzheimer hastalığının ilerlemesi, beyin işlevlerinde değişiklikler, depresyon ve kendini öldürme (intihar) sayılabilir. Ayrıca yalnız erişkinlerin daha az spor yaptıkları, daha kötü beslendikleri ve daha çok yağlı yiyecekler yedikleri, uykularının niteliğinin daha bozuk olduğu ve gündüz kendilerini daha yorgun hissettikleri ve daha erken yaşlılık belirtileri gösterdikleri bulunmuştur.

Yalnızlık, insanların kendilerini boş, tek başına ve istenmedik olarak hissetmelerine neden olur. Kendini yalnız hisseden insanlar sıklıkla insan ilişkisine gerek duyarlar, ancak bakış açıları insanlarla ilişki kurmalarını daha da zorlaştırır.

Yapılan çalışmalar, yalnızca üç ya da dört yakın arkadaşın olmasının, yalnızlıktan kurtulmak için yeterli olduğunu ve bu durumun yaratacağı sağlık sorunlarından koruyacağını göstermiştir.

Yalnızlıktan kurtulmanın yolları olarak şunlar sayılabilir:

  • Yalnızlığın, değiştirilmesi gereken bir belirti olduğunun ayrımına varılmalıdır.
  • Yalnızlığın, hem bedensel, hem de ruhsal anlamda ortaya çıkardığı etkiler doğru okunmalıdır.
  • Başkalarıyla paylaşılan ve eğlendirici olan birtakım uğraşı alanları bulunmalıdır. Bu gibi ortamlar, yeni insanlar tanımak, yeni arkadaşlıklar kurmak ve toplumsal etkileşimlerde bulunmak için çok iyi birer fırsattırlar.
  • Benzer ilgileri, değerleri ve tutumları olan insanlarla nitelikli ilişkiler kurmak için çaba harcanmalıdır.
  • Başkalarına ilgi göstermelidir. Başkalarına ilgi gösterilirse, karşılığında ilgi görülür.
  • Olumsuz önyargılar içinde olunmamalı, dışlanma olasılığı abartılmamalıdır. Toplumsal ilişkilerde hemen dışlanacakmış gibi bir algı içine girmektense, olumlu düşüncelere ve olumlu tutumlara odaklanılmalıdır.

Mother Teresa, “En büyük yoksulluk yalnızlık ve sevilmediği duygusu içinde olmaktır” demiştir. Ünlü giyim tasarımcısı Coco Chanel, “Kimi insanların çok parası vardır, kimi insanlar da zengindir” demiş, bu bağlamda ünlü şarkıcı Bob Marley de “Kimi insanlar öyle yoksullardır ki, sahip oldukları tek şey paradır” diye belirtmiştir. Dolayısıyla, daha zenginleşmek için, insanlara ve insan ilişkilerine değer vermeli ve yakın ilişkiler içinde olduğumuz insan sayısını artırmalıyız. Gerçekten kendimizi zengin hissetmek istiyorsak, sahip olabileceğimiz, paranın satın alamayacağı şeyleri göz önünde bulundurmalıyız. Yakın arkadaşlıklar gibi, dostluklar gibi…

Öykü yazarımız Sait Faik Abasıyanık ne güzel söylemiş: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey…” Amerikalı oyuncu Judy Garland ise, “Gecenin sessizliğinde, binlerce insanın alkışının yerine, yalnızca, sevdiğim ve gerçekten beni seven birinin, birkaç sevgi sözcüğünü duymak istemişimdir” demiştir…

Yapmacık Kişilik

Histriyonik kişilik bozukluğu olan kişiler, duygularını çok yoğun yaşayan, duyguları çok değişken olabilen ve benlik algıları kırılgan olan kişilerdir. Bu kişilerin benlik saygıları, gerçek bir benlik değeri algısına değil, başkalarının onayına bağlıdır. Hep göz önünde olmayı isterler ve ilgi çekmek için çarpıcı ya da uygunsuz birtakım davranışlarda bulunabilirler. Histriyonik, “çarpıcı ya da yapmacık” anlamına gelir. İlgi çekmek için abartılı ve çarpıcı birtakım davranışlar sergilemek demektir.

Bu kişilik bozukluğu, 2/3 oranında, daha çok kadınlarda görülür ve erken erişkinlik yıllarında kendini gösterir. Toplumun yaklaşık % 2’sinde görülen bir durumdur (yaklaşık 50 kişiden birinde). Ortaya çıkmasında kalıtımsal etkenler ve öğrenilmiş davranışlar söz konusu olabilir.

Histriyonik kişilik bozukluğu olan kişilerin, konuşma ve davranma bağlamında, toplumsal becerileri genellikle çok iyidir. Ancak, bu toplumsal becerilerini başkalarını “parmağında oynatmak”, başkalarını kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmek ve başkalarını etkilemek için kullanma eğiliminde olurlar ve sürekli ilgi odağı olmaya çalışırlar.

Histriyonik kişilik bozukluğu olan kişiler,

  • İlgi odağı olmadıklarında, bundan büyük bir rahatsızlık duyarlar. İlgi çekmek için abartılı konuşmaları ve davranışları olabilir ya da yalana başvurabilirler. Bulundukları ortamda, ilginin bir başkasının üzerine kaymasından çok rahatsız olurlar ve bu duruma surat asarak tepki gösterirler. Kendilerinin yanında bir başkasına övgüde bulunulmasını kaldıramazlar.
  • Kışkırtıcı bir biçimde, açık saçık giyinirler; uygunsuz, ayartıcı ve baştan çıkartıcı davranışlar sergilerler ya da başkalarıyla kırıştırırlar. Başkalarıyla aralarına sınır koymakta güçlükler çekerler. Gereksiz yakınlaşmalar yaşarlar. Sözgelimi, Facebook’a ya da Instagram’a çok özel fotoğraflarını koyarlar ya da koydukları kendi fotoğraflarıyla sürekli bir ilgi çekme arayışı içinde olurlar ve hep beğenilmek isterler. Açık bir gecelikle ya da sabahlıkla kapıcının karşısına çıkarlar; mahalle kasabından “Bizim Hasan” diye söz ederler; sanki çok büyük bir yakınlık duyuyorlarmış gibi, insanlarla hep canım, cicim, -ciğim diye konuşurlar. Herkesin yanında, ilişkide oldukları kişiye, sürekli olarak, “aşkım” vb. sözcüklerle hitap ederler. Derinlikten yoksun, bir sevgi, bir yakınlık gösterisi içindedirler.
  • Hem olumlu, hem de olumsuz duyguları çok güçlü bir biçimde yaşarlar ve genelde “şen şakrak” bir görünüm sergilerler, ancak duyguları birden değişir. Sıradan olaylar onları çok etkileyebilir ve duygusal durumları birden değişebilir. Abartılı duygusal tepkiler gösterebilirler. Hıçkırarak ağlayabilir ya da sıradan eğlenceli bir durum karşısında kahkahalara boğulabilirler. Burada, hem abartılı bir tepki, hem de başkalarına “Bak, ben nasıl güzel eğleniyorum, ne güzel yaşıyorum!” iletisi gönderme gereksinimiyle, ilgi çekme arayışı vardır. (Yemek yediğimiz yerlerde, yan masalardan gelen abartılı gülme seslerinden ve ortamda başkalarının da olduğunu hiçe sayan davranışlardan rahatsız olduğumuz çok olmuştur.) Genelde, içten içte, öyle çok mutlu değildirler, somurtkan olabilirlar ya da yalancı bir gülümse sergiliyor olabilirler; ancak ilgi odağı olduklarında ya da kendilerine bir övgüde bulunulduğunda, geçici bir mutluluk yaşadıkları olur.
  • Sanki, büyük bir topluluğun önünde bir oyun sergiliyormuş gibi, aşırı duygu gösterileriyle çarpıcı bir biçimde davranırlar, ancak bu davranışlar genellikle içtenlikten yoksundur, gösteriş yapmak içindir. Başkalarında iyi bir izlenim bırakmak için olmadık yollara başvurabilirler.
  • Konuşmaları genellikle ayrıntıdan yoksun ve yüzeyseldir, yalnızca karşısındaki kişiyi etkilemeye yöneliktir.
  • Dış görünümleriyle aşırı ilgilidirler. Gösterişçidirler. Plastik cerrahi hastalarının yaklaşık yüzde 10’unda böyle bir kişilik örüntüsü görülür. Dış görünümleriyle ilgili olarak gerçekçi olmayan birtakım beklentiler içinde oldukları için, plastik cerrahi girişimlerinin sonuçlarından da genelde mutlu olmazlar.
  • Sürekli olarak başkalarınca onaylanmaya gerek duyarlar. Övülmeye gereksinirler.
  • Kolay kanarlar ve başkalarından kolaylıkla etkilenirler.
  • Eleştirilmeye, dışlanmaya ya da onay görmemeye aşırı duyarlıdırlar. Benlik saygıları genellikle başkalarının onayına bağlıdır.
  • İşler yolunda gitmeyince şaşkınlık gösterir ve bocalarlar. Engellenmeye gelemezler ve sıradanlıktan kolaylıkla sıkılırlar. Birçok işe girişir ancak bitirmeden bırakırlar ya da bir etkinlikten bir diğerine atlayıp dururlar.
  • Sabırsızlık gösterirler, beklemeye ve doyum almalarının geciktirilmesine gelemezler ve sabredemedikleri durumlarda çocuksu birtakım tepkiler gösterebilirler.
  • Genellikle düşünmeden eyleme geçerler, dürtüsel davranabilirler.
  • Yaşadıkları yoğun duyguların etkisiyle ya da anlık, gözü kara, birtakım kararlar verebilirler.
  • Kendileri odaklıdırlar, çok seyrek olarak başkalarına ilgi gösterirler.
  • İlişkilerini sürdürmekte güçlük çekerler. Başkalarıyla etkileşimlerinde yüzeysel kalırlar. Kendileri odaklı olmaları ve duygusal patlamalar göstermeleri, ilişkilerini sağlıklı bir biçimde sürdürmelerini güçleştirir. Anlaşmazlıklar için hep başkalarını suçlarlar.
  • Eşduyum (empati) yapmakta güçlük çekerler, başkalarının duygularını okuma yeterlikleri düşüktür ve başkalarının sözcüklerini ve eylemlerini doğru yorumlayamayabilirler.
  • Kendilerini, kendi özellikleri içinde değil, ancak başkalarıyla olan ilişkilerine göre ve onlar üzerinde bıraktıkları ya da bırakmak istedikleri izlenimlere göre tanımlarlar. Kendi içsel nedenlerinden çok, dış uyaranlara göre davranırlar. Kabullenilmeyi ve sevgi görmeyi bekledikleri kişilerin görüşlerine ve duygusal durumlarına ileri derecede duyarlıdırlar. Bir yandan, duygusal olarak ellerinde oynatarak, birlikte oldukları kişileri denetim altında tutmaya çalışırlarken, diğer yandan, onlara karşı büyük bir bağımlılık duyabilirler.

Histriyonik kişilik bozukluğu olanlarda, sıklıkla, depresyon, kaygı bozuklukları, yeme bozuklukları ve bağımlılıklar gibi başka ruhsal bozukluklar da görülür.

Terapi sürecinde, bu kişilerin, başkalarından yeterince ilgi ya da onay görmemelerine katlanabilmelerinin yolları öğretilir; bu kişilere, etkili iletişim becerileri ve toplumsal etkileşim becerileri kazandırılmaya çalışılır; başkalarıyla eşduyum (empati) yapmayı öğrenmeleri sağlanır ve duygularını başarıyla yönetebilmeleri için, öncelikle duygularının nasıl ayrımına varabilecekleri gösterilir.

Bu kişilerin, “Mutlu olabilmem için başkalarının beni beğenmesi, bana hayranlık duyması gerekir”, “İnsanların ilgisini çekebilmeliyim”, “Yaptıklarımla onaylanmamak ya da dışlanmak, benim değersiz ve sevilebilir biri olmadığımı gösterir” ve “Dışlanmak, aşağılanmak ve küçük düşmüş olmak demektir ve bu, katlanılabilir gibi değildir” gibi yerleşik temel düşüncelerinin üzerine gitmelerine ve bunları işlevsel karşılıkları ile değiştirmelerine çalışılır.

Böyle bir kişiyle ilişkide olan, böyle biriyle etkileşmek durumunda kalanlar neler yapabilirler?.. Böyle kişilik özellikleri olan biriyle olmak, bu kişilerin aşırı ilgi beklentilerinden ötürü, birlikte oldukları kişileri yorabilir ve tüketebilir. Hazırlıklı olmak için, bu kişilerin ne gibi belirtiler gösterebileceklerini iyi bilmek gerekir. Bu kişiler, karşılarındaki kişileri parmaklarında oynatmak, ne isterlerse elde edebilmek için ellerinden geleni yapabilecekleri için, onların bu davranışlarını zamanında görmek ve yenilgiye uğramamak gerekir. Elde edebileceklerini elde etmek için öyle uçlara gidebilirler ki, sıklıkla bırakıp gitmekle göz korkutmaya çalışabilirler. Bu oyuna gelmemeli ve yenik düşerek bu davranışları pekiştirilmemelidir. Etkili olduğunu görürlerse, bu davranışlarını sürdüreceklerdir. Ayrıca, söyledikleri hiçbir şeyi kişisel olarak almamalıdır. Belirli birtakım durumlarda, istediklerini elde edebilmek için yalana başvurabilirler. Bu gibi durumlarda, sakinliğimizi koruyup, her ne söylemek istiyorlarsa söylemelerine izin verdikten sonra, ne yapmak istiyorsak onu yapabiliriz. Söylediklerinin, üzerimizde pek bir etkisinin olmadığını onlara göstermemiz gerekir. Kimi zaman, onların biraz gururunu okşamak ya da biraz şımartmak işe yarayabilir. Böyle bir yaklaşım, arada yaşanan olumsuz iletişimi ortadan kaldırır ve onlara “Ben kazandım” duygusu verir. Oysa gerçeği bilen, karşılarındaki kişilerdir. Bu yaklaşım her zaman işe yaramasa da, yaradığı zamanlar da olur. Bu kişiler, kendi davranışlarını sürekli olarak haklı gördükleri ve davranışlarının ne gibi olumsuz sonuçlar verdiğini genelde göremedikleri için tedavi olma gereği pek duymazlar. Ancak, gösterdikleri tutum ve davranışlarının olumsuz sonuçlarından ötürü ya da depresyon, kaygı bozuklukları, yeme bozuklukları ya da bağımlılıklar gibi, eşlik edebilen ruhsal diğer bozukluklar için terapi alma gereği duyacak olurlarsa, psikoterapiden büyük yarar görebilirler.

Yaratıcı İnsanlar

“Deneyim, insanın başına gelenler değil, başına gelenlere karşı gösterdiği tepkilerle edindiği kazanımlardır.”

Yaratıcı insanların ortak birtakım özellikleri vardır. Yaratıcı insanlar,

  • Hep yeni birtakım deneyimler yaşamak isterler.
  • Tutkularının peşinde koşarlar.
  • Hiç beklenmedik bir anda, sıradan gibi görünen bir olaydan esinlenirler.
  • Yürekleriyle düşünürler, sezgilerine güvenirler.
  • Çok iyi bir gözlemcidirler.
  • Göze almayı bilirler.
  • Yenilikçidirler. Çizginin dışına çıkabilirler.
  • Çok yanlış yaparlar. Yaptıkları yanlışlar onlara yeni kapıları aralar.
  • Öğrenmekten çok zevk alırlar.
  • Kurallardan hiç hoşlanmazlar (kendileri koymadıkları sürece).
  • Bağımsız çalışmayı severler.
  • Değişmez düşünceli (“sabit fikirli”) değildirler. Zamanla düşüncelerini değiştirebilirler.
  • Hep alışageldik eylemlerde bulunmaktan sıkılırlar, yenilik arayışı içindedirler.
  • Sıradışı olmalarıyla bilinirler. Herkesden değişik düşünürler, değişik olmaktan korkmazlar.
  • Büyük düşünürler.
  • Çok meraklıdırlar. Hep soru sorarlar.
  • Yenilgiyi kolay kolay kabul etmezler, yeniden yeniden denerler.
  • İçsel güçleri (enerjileri) çok yüksektir, ancak kendilerini yalnızca yaptıkları işe odaklarlar.
  • Zihinleri uyumadığı için uykuya dalmakta güçlük çekebilirler.
  • Zaman zaman yalnız kalmaktan çok hoşlanırlar, kendilerini dinlerler, kendilerini yeniden bulurlar.
  • Yaptıkları iş onlara bir oyun gibi gelir, onunla çok eğlenirler, ancak direngendirler.
  • Herkesin “zorluk” gibi algıladığı bir durumu, onlar bir “fırsat” olarak görürler.
  • İçleri sevgi doludur. Her şeyi severler. Yaşamı severler, insanları severler, yaşadıkları duyguları severler, güzellikleri severler.

Olayların sizi nereye götürdüğü değil, sizin olayları nereye götürdüğünüz önemlidir…

Kendine Dönüklük

Sağlıksız bir kendine dönüklük olan özseverlik ya da narsisistlik (narsisizm), ilk kez 1898 yılında, bir deneme yazarı da olan, İngiliz psikolog Havelock Ellis tarafından tanımlanmıştır. Narsisizm, şişik bir benlik algısı ve sınırsız başarı, varsıllık, güç, zeka, güzellik ya da yüce bir sevgi gibi düşlemlerle aşırı uğraş ile birlikte, ancak narsisist özgüvenin sarsılması ile ortadan kalkan soğukkanlı bir duruş ve başkalarını sömürme eğilimi örüntüsünün olduğu bir durumdur. Bu terim, söylencebilimde (mitolojide), su birikintisinde kendi yansımasına aşık olan, güzelliğiyle ünlü Yunan tanrısı Narsissus’dan gelir. Sigmund Freud’a göre narsisizm, çocuk gelişiminin olağan bir aşamasıdır, ancak ergenlik yıllarından sonra ortaya çıkarsa bir bozukluk olarak düşünülebilir.

Narsisizm ile ilgili, Avusturyalı psikanalistler Heinz Kohut ve Otto Kernberg’in kuramları, erişkin narsisizminin, erken çocukluk yaşantılarından köken aldığını ileri sürer. Her ikisi de, erişkin narsisist kişilik bozukluğunun kökeninde, küçük yaşlardaki anababa ilişkilerinin yattığını öne sürer. Kohut’a göre, anababa eşduyumdan yoksunsa ve çocuğunu yeterince onamamışsa ve onun için iyi bir erişkin örneği olmamışsa sorunlar baş gösterir. Dolayısıyla çocuk gelişemez ve gerçekçi olmaktan uzak, büyüklenen benliği sürüp gider. Ancak, çocuğun erken narsisist gereksinimleri yeterince karşılanırsa, onun “olumlu benlik algısının olgun biçimi olan, kendine güven aşaması”na geçilir.

Kernberg’in kuramı, bunun tersine, narsisizmi bir savunma olarak görür. Bunun, çocuğun, anababasının soğukluğuna ve eşduyum yoksunluğuna verdiği tepkiden kaynaklandığını söyler. Kernberg’e göre, çocuk duygusal açıdan aç kalır ve anababasının kendisine gereken ilgiyi göstermemesine büyük bir öfkeyle karşılık verir. Bu görüşe göre, narsisist savunma, büyüklenerek ve şişinerek başkalarının beğenisini kazanmaya yönelik bir savunmadır. Kernberg’in görüşüne göre, narsisistler, dışarıdan bakıldığında büyüklenen, ancak kendi içlerinde kolay incinir, kırılgan ve benlik değerini sorgulayan insanlardır.

Öte yandan, Ronnie Solan, sağlıklı narsisistleri tanımlanmıştır. Sağlıksız narsisistler büyüklenirlerken, sağlıklı narsisistler gerçeklikle uyumlu bir biçimde kendilerine aşırı güven duyarlar; sağlıksız narsisistler her ne pahasına olursa olsun güç elde etmek isterlerken, sağlıklı narsisistler güç sahibi olmaktan hoşlanırlar; sağlıksız narsisistler bir pişmanlık duymadan başkalarını sömürür ve aşağılarlarken, sağlıklı narsisistler böyle bir tutum içinde olmazlar; sağlıksız narsisistlerin özdeğerleri yoktur, kolay sıkılırlar ve sıklıkla yön değiştirirler, oysa sağlıklı narsisistlerin özdeğerleri vardır ve belirli bir çizgi üzerine ilerlerler; sağlıksız narsisistler başkalarına karşı düşünceli değillerken, sağlıklı narsisistler başkalarıyla aralarına gerekli sınırları koyarlar.

Sağlıksız narsisistlerin benlik saygıları yüksek gibi görünürse de, gerçekte kırılgan ve güvensizdirler ve kendilerini algılamaları günden güne değişir. Kendilerini olumlu birtakım terimlerle tanımlıyor olsalar da, kendileriyle ilgili bilinçdışı algıları öyle pek olumlu değildir.

Narsisistlerin olumlu, ancak güvensiz benlik algıları, başkalarının kendileriyle ilgili ne düşündüklerine çok önem vermelerine ve bunlara çok tepki göstermelerine neden olur. Ayrıca başkalarının kendilerini çok beğendiklerini ve çok saygı gördüklerini de bilmek isterler. Sevilmekten ve kabul görmekten çok, kendilerine hayran olunmasından ve üstün görülmekten hoşlanırlar. Benlik saygıları, ne ölçüde kendilerine hayran olunduğuna bağlıdır. Ancak kendilerine gözdağı verilmiş gibi hissederlerse, buna güceniklik ya da kızgınlıkla tepki gösterirler. Kimi zaman saldırgan bile olabilirler.

Narsisizm, kişinin, başkalarının gereksinmelerini yok saymaya neden olacak bir biçimde, kendisiyle aşırı ilgili olması olarak da tanımlanabilir.

Narsisist kişilik bozukluğu, toplumun yaklaşık yüzde 1’inde görülen bir bozukluktur. Kimi çalışmalarda bu oranın yüzde 6’lara dek çıktığı görülmüştür. Erkeklerde daha sık görülür. Olguların yaklaşık 2/3’ü erkeklerdir.

Narsisist kişilik bozukluğu olanlarda, başkalarının kendilerini nasıl algıladığıyla ilgili olarak takıntılı bir ilgi vardır. Bu kişilerin benlik algılarının tek kaynağı, başkalarının kendilerine olan saygıları ve hayranlıklarıdır. Büyük ölçüde şişik bir benlikleri vardır. Kimileri çok yüksek bir benlik saygısı ile çok düşük bir benlik saygısı arasında gidip gelir ya da başkalarında yeterli bir hayranlık uyandırmadıklarında benlik saygıları düşer. Bu kişiler, başkalarının duygularını göremeyecek, algılayamayacak ya da başkalarının duygularıyla eşduyum yapamayacak denli kendileriyle aşırı ilgilidirler. Başkalarının gereksinmelerini göremezler. Özel ilgiyi, özel davranılmayı, kayırılmayı hak ettikleri duygusu içindedirler. Başkalarının hayranlığını kazanmak için ilgi çekme davranışları sergilerler. Bu, “Bay önemli”ler, çakar lamba takılmış arabalarla gezmeyi severler. Kamu görevlileri ile bir sorun yaşadıklarında, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demeyi çok severler.

Narsisist kişiler, aşırı başarı, güç ya da ün sahibi olma düşlemleriyle aşırı uğraş, sürekli bir olumlanma ve kendisine hayranlık duyulması gereksinmesi, başkalarını, özellikle onların başarılarını kıskanma ya da başkalarının kendilerini kıskandığını düşünme, şişik bir benlik algısı, kendilerinin çok özel ve eşsiz olduğunu düşünme, gerçekçi olmayan beklentiler içinde olma, başkalarını sömürme, sağlıklı ilişkiler sürdürememe, eşduyum yapamama ya da davranışlarının sorumluluğunu alamama ve eleştiriye gelememe ya da hiçbir eleştiriyi kaldıramama gibi belirtilerin birçoğunu sergilerler.

Narsisist kişilik bozukluğunun dört alt türünün olduğundan söz edilmiştir. Bunlardan birincisi “yüksek işlevsellik gösteren”lerdir. Bu kişiler, narsisist gereksinmelerini karşılayacak yeterli bir hayranlık toplayabilen insanlardır. Çoğunlukla üst düzeyde başarılı ve hayranlık duyulan kişilerdir. İkinci alttür, “orta düzeyde işlevsellik gösteren”lerdir. Bu kişiler, önemli bir kişi olduklarına ilişkin büyüklenme algısı içindedirler ve genellikle kişilerarası ilişkilerinde başarılı olamazlarsa ve yaptıkları iş, hayranlık uyandırma gereksinmelerini karşılayamazsa güçlükler yaşarlar. Diğer bir alttür, “kötücül (malign) narsisistler”dir. Bu kişiler, alışılageldik narsisist kişilik bozukluğunun özelliklerinin yanı sıra toplumdışı (antisosyal) kişilik özellikleri de sergilerler. Kuşkucu (paranoid), saldırgan (agresif) ya da elezer (sadist) olabilirler. Son bir alttür, “eşlik eden sınırda (borderline) özellikler gösteren narsisistler”dir. Sınırda kişilik bozukluğu olanlar, tutarlı bir benlik algısını sürdürmekte güçlük çekerler. Narsisist kişilik bozukluğu ile sınırda kişilik bozukluğu bir arada görüldüğünde, kişi, büyüklenme ile kendi yaşamına son verme uçları arasında gidip gelebilir.

Kişilik bozukluklarının tedavisi çok güçtür. Narsisist kişilik bozukluğu olan kişiler genelde tedavi arayışında olmazlar ve çoğu zaman narsisizmleriyle ilgili olarak ileri derecede savunucudurlar. Tedavi arayışında olsalar bile, narsisist özelliklerini tanımakta güçlük çekebilirler ve terapiyi de, hayranlık uyandırmak ya da yaşadıkları güçlükler için başkalarını suçlamak için kullanırlar. Terapiye gitmeye zorlanırlarsa terapide pek başarılı olunamaz. Ancak, kişilik özelliklerinin, yaşam niteliklerini, ilişkilerini nasıl olumsuz etkilediğini ve başarılarını nasıl engellediğini görmeleri sağlanırsa terapi için istekli olabilirler. Terapide daha çok özgül birtakım belirtilere odaklanılır. Etkin bir terapi, özellikle iki alana odaklanır. Bunlardan birincisi, bu kişilerin, sözgelimi özel davranılma haklarının olduğu, kendileri her ne istiyorsa yapılacağına ilişkin gerçekçi olmayan beklentileri gibi yerleşik düşüncelerine ve duygularına odaklanılır. İkincisi, gösterdikleri davranışlara odaklanılır. Etkin bir terapide, yaşadıkları duygularının davranışlarını nasıl yönlendirdiğini görmeleri sağlanır. Daha sonra, davranış değişikliği göstermeleri için birtakım amaçlar belirlemelerine çalışılır.

Narsisist bir kişi ile baş edebilmek için atılması gereken ilk adım onları olduğu gibi kabul etmektir. Bu kişilerin kendi benlik algınızı değiştirmelerine izin vermemeniz gerekir. Bu kişilerin söz ve davranışlarının sizi nasıl etkilediğini açık açık söylemeniz gerekir. Neleri kabul edip edemeyeceğini ve size nasıl davranılmasını beklediğinizi açıklıkla belirtmeniz gerekir. Bu kişiler, sınırlarını bilemeyebilirler, çizmeden yukarı çıkabilirler; bu yüzden araya belirgin sınırlar koymanız gerekebilir. Siz, kendinizi doğru ortaya koyunca ve onlara sınır koyunca tepki vermeye kalkacak ve sizi suçlu hissettirmeye kalkacaklardır. Geri adım atacak olursanız artık sizi önemsemeyeceklerdir. Bu kişiler genelde yanlışlarını kabul etmezler ve sizi incitmiş olmanın sorumluluğunu almazlar. Kendi olumsuz duygularını size ya da bir başkasına yansıtırlar. Suçlanmayı kabul ederek aranızda bir barış sağlama eğiliminde olabilirsiniz, ancak onların benlik algılarını korumak için kendinizi küçük düşürmek durumunda değilsiniz.

Birlikte olduğunuz kişinin bir narsisist olduğunu nasıl anlarsınız? Bu kişiler, ilk bakışta çok çekicidirler. Başlangıçta bir “masal gibi” bir birlikteliğiniz olur. Sizi sevgi sözcüklerine boğarlar. Ancak onları bir düş kırıklığına uğratacak olursanız, birden bir dönüş yaparlar. Bu kişiler, sürekli olarak kendilerinden söz ederler ve karşılarındakilerde bir hayranlık uyandırmak için, ne denli özel biri olduklarını, ne büyük başarılarının olduğunu abartarak anlatırlar. Karşılarındakini dinlemekten çok kendilerini anlatmaya kendilerini kaptırırlar. Onlar, ancak sizin övgülerinizle beslenirler. Siz kendilğinden bir övgüde bulunmazsanız, onlar buna “çanak tutarlar”. Kendilerinin ne denli özel olduğunun söylenmesi ve kendilerine hayranlık duyulması beklentisi içindedirler. Bu kişiler, kendilerini üstün görmek için, ya başkalarının kendilerini yüceltmesini beklerler ya da kendileri başkalarını aşağılama gereği duyarlar. Başkalarının duygularını okuyamazlar ve başkalarının duygu ve düşüncelerine karşı genelde duyarsızdırlar. Bu yüzden, ilişkileri pek uzun sürmez. Uzun süreli, gerçek dostları ve dostlukları yoktur. Bu kişiler, sürekli olarak karşılarındaki kişileri suçlarlar. Her ne yapıyorsanız, her ne yiyor, her ne giyiyorsanız, her kimle birlikte oluyorsanız, bu, onlar için sorun olur. Sizi aşağılarlar, size ad takarlar, sizi incitirler ve size takılırlar. Amaçları, kendi benlik saygılarını yüceltmek için, başkalarının benlik saygılarını düşürmektir, böylece kendilerini güçlü hissederler. Dahası, söylediklerine tepki gösterilmesi, gösterdikleri tutum ve davranışları pekiştirir. Narsisistler tepki gösterilmesinden hoşlanırlar, çünkü tepki görmelerini, başkalarının duygusal durumlarını etkileyebilme güçlerinin olduğu biçiminde yorumlarlar. Bu kişiler, gösterdikleri tutum ve davranışlarla, size, kendinizi kötü hissettirirler. Her zaman olduğunuz gibi olmadığınızdan kuşkuya kapılabilirsiniz, kendinize güveniniz azabilir, aşırı duyarlı olup olmadığınızı düşünmeye başlarsınız, her ne yaparsanız yapın yanlış yapıyormuşsunuz gibi bir izlenime kapılırsınız, işler yolunda gitmeyince, bundan kendinizi sorumlu tutmaya başlarsınız, sık sık özür dilemek zorunda kaldığınızı görürsünüz ve size karşı yapılan yanlışlar karşısında doğru tepki verip vermediğinizden emin olamamaya başlarsınız. Böylece kendinizden bile kuşkuya düşmeye başlarsınız. Bu da onların “ekmeğine yağ sürer” ve üste çıkmış olurlar. Bu kişiler, kendilerinin her zaman haklı olduğunu düşünürler ve hiçbir zaman özür dilemezler. Onlarla uzlaşmak neredeyse olanaksızdır. Onlar, arada bir anlaşmazlık olup olmadığını düşünüyor bile değildirler, size, kendilerince bir gerçeği öğretmeye çalışıyorlardır. Birlikte olduğunuz kişi sizi duymuyorsa, sizi anlamıyorsa, anlaşmazlıklarda hiçbir sorumluluğu üzerine almıyorsa ve hiçbir zaman uzlaşmaya çalışmıyorsa, büyük bir olasılıkla bir narsisistle birliktesiniz demektir. Ayrılmaya karar verecek olursanız da, sizi incitme konusunda kararlı olurlar. Böyle bir kişiyle ayrılmaya karar vermişseniz herhangi bir tartışmaya girmemeniz en doğrusu olur. Kavgadan kaçılması onları “deli eder”. Ne denli az kavga edecek olursanız, onların eline o denli daha az güç vermiş olursunuz.

Narsisist kişilerle etkileşirken birtakım tutum ve davranışlardan kaçınmanız gerekir. Öncelikle onların görünüşlerine kanmamalısınız. Kendilerini üstün ve kendine güvenli olarak sunarlarken, alttan alta büyük bir güvensizlik içindedirler; tutum ve davranışlarıyla kendi içlerindeki boşluğu gizlemeye çalışıyorlardır. Özel bilgilerinizi onlarla sakın paylaşmayın, çünkü bunları size karşı kullanabilirler. Özellikle kırılgan olduğunuz ya da yardıma gereksindiğiniz zamanlarda, sizi aşağılamak ya da ellerinde oynatmak için her yola başvurabilirler. Onlarla bir etkileşim içindeyken, düşünce ya da duygularınızı açıklamak ya da doğrulatmak gereksinimi içinde olmamalısınız. Dahası, bir narsisist ile tartışmaya girmek ya da ona karşı kendini korumaya çalışmak bir yarar sağlamaz. Narsisistler, karşılarındakini dinlemeyle değil, oyunu kazanmakla, iletişimde olmakla değil, bir yarışma içinde olmakla ilgilidirler. Narsisistlerin, bir türlü doyum bilmeyen ilgi görme açlıkları, çevrelerindeki insanların içsel gücünü tüketebilir. Dolayısıyla, çevrelerindeki insanlar yorgun ve bitkin düşebilirler ya da karşı karşıya kaldıkları sağlıksız davranışlara artık tepki veremez olurlar. Burada bir yanlışa düşmeyin. Aldatılmak, elde oynatılmak ya da aşağılanmak, sağlıksız ve yanlış davranışlardır. Bunların ayrımında olmanız gerekir. Narsisistlerin olumsuz davranışları için bir sorumluluk duymalarını beklemek boşuna zaman yitirmek demektir. Narsisistlerin, sizin değer yargılarınıza ve dünya görüşünüze saygı göstereceklerini de beklemeyin. Narsisistler, başkalarını kendileriyle eşit değerde görmekten çok, bir doyum kaynağı olarak görürler. Dolayısıyla yanlış birtakım beklentilerden uzaklaşarak aranıza sınır koymanız gerekir. Bu kişileri kendi kurdukları oyunda yenmeye kalkmayın. Onlar, yitirmekten, kendini aşağı hissetmekten ve aşağılanmaktan öylesine korkarlar ki, her ne pahasına olursa olsun, yaratmaya çalıştıkları dışsal imgelerini (imajlarını) korumaya çalışırlar ve bu konuda da oldukça deneyimlidirler. Bu yüzden, onların oyununa gelmeyin ve kendi oyununuzu oynayın ve kendi değer yargılarınıza bağlı kalın. Ayrıca bu kişilerin yaptıklarını kişisel de almayın. Bu kişiler, başkalarını kullanmakta da oldukça beceriklidirler. Size karşı söylediklerini ya da yaptıklarını kişisel alırsanız, sizi ele geçirmiş olurlar. Bu da, tam yapmak istedikleri şeydir. Narsisistlerin çıkarcı davranışları yaralayıcı olabilir, ancak bunu kimseye özel olarak değil, karşılarına çıkan herkese yaparlar. Bu kişilerin eşduyum yapacaklarını ya da adil davranacaklarını da beklememelisiniz. Büyüklenmeleri, başkalarını daha aşağı görmelerine neden olur. Bir narsisistten, eşitlik ve karşılıklı sevgi ve saygı görmeyi beklemektense, kendinize saygı duymaya çalışın. Ayrıca bu kişilerin değişeceğini de pek beklemeyin. Kimi davranışlarını zamanla değiştirirlerse de, genel tutumları yaşam boyu sürer gider. Değişecek olmalarını beklemektense, kendinizi nasıl koruyacağınızı düşünseniz çok daha iyi olur…

Suçlama Oyunu

İnsanlar, olumsuz birtakım olaylarla karşı karşıya kaldıklarında, bir uçta, tümüyle bir başkasını ya da başkalarını “suçlama”; diğer uçta, “bütün sorumluluğu üzerine alma” ile belirli kapsamda bir tutum içine girerler. Bu çizginin, aşırı suçlama ucunda, başlarına gelen istenmedik her olayda, her zaman, bir başkasını ya da başkalarını suçlarlar. Bu çizginin öbür ucunda, başlarına gelen istenmedik her olayda, bu, hiç kendi ellerinde olmayan bir olay bile olsa, kendilerini suçlama eğiliminde olurlar. Bu ikinci durum, daha çok yoğun bir çökkünlük (depresyon) içinde olan insanlar için geçerli olan bir durumdur.

İnsanların “suçlama oyunu” oynuyor olmalarının birtakım nedenleri vardır:

Suçlamak, çok etkili (ancak sağlıklı olduğu tartışmalı) bir savunma düzeneğidir. Buna, ister yadsıma, ister yansıtma, isterse yerine geçme diyelim; suçlamak, kişinin, kendi eksikliklerini ya da başarısızlıklarını görmesinden kaçmasını sağlayarak, kendi benlik saygısını sözümona korumasına yardımcı olur.

Suçlamak, insanların saldırıya geçtiklerinde kullandıkları bir gereçtir. Yıkıcı bir çatışma çözme yöntemi olarak suçlama, insanların karşılarındaki kişileri kırmak ya da incitmek için kullandıkları bir yol ya da yöntemdir.

İnsanlar, başkalarının davranışlarının altında yatan nedenleri anlamakta genellikle yetersiz kalırlar. Karşılarındaki kişilerin davranışlarıyla ilgili olarak yanlış birtakım çıkarımlarda bulunabilirler. Bu kişilerin gerçek niyetleriyle, ortaya çıkan sonuçlar arasında yanlış bir ilişki kurabilirler, dolayısıyla suçlama eğiliminde olabilirler.

Sorumluluğu üzerine almaktansa, bir başkasını suçlamak, insanlara çok daha kolay gelir. Bir “günah keçisi” bulmak, en kolay avcılık yöntemidir. Oysa, istenmedik bir durum ortaya çıktığında, karşısındakini suçlamak ya da bütün sorumluluğu üzerine almak ikilemi karşısında, kişi, söz konusu olayda kendi katkı payını daha doğru değerlendirebilse, yaşanan olaydan bir ders çıkarmış olur.

İnsanların kolaylıkla yalana başvurma eğilimleri vardır. Yaşanan olayda, kişi kendi sorumluluk payını biliyor olsa da, yalan söylemek ve bir başkasını suçlamak kolayına gelebilir ve bu yalanının hiçbir zaman açığa çıkmayacağı beklentisi içine girebilir.

Ancak, diğer oyunlardan çok daha değişik olarak, insanlar, suçluluk oyununu ne denli çok oynarlarsa, o denli çok yitirirler. Yapılan bütün araştırmalar, her konuda, her zaman, başkalarını suçlama eğilimi olanların, giderek gözden düştüklerini, zamanla, içinde bulundukları konumdan çok daha aşağı bir konuma indiklerini, daha az öğrendiklerini ve giderek daha kötü işler çıkarttıklarını göstermiştir. Ortaya çıkan istenmedik bir durum karşısında, hemen bir başkasını ya da başkalarını suçlamak yerine, insanın kendi sorumluluk payını kabullenmesi, olumsuz yaşantılardan ders çıkarmasını, dolayısıyla gelişmesini sağlar.

İstenmedik olumsuz bir durum karşısında yapılması gerekenler şunlar olabilir:

Yaptığınız yanlışlardan ötürü başkalarını suçlamayın. Doğal olarak böyle bir eğilim gösterebilirsiniz, öncelikle böyle bir eğilim gösterdiğinizin ayrımına varmalı ve gösterdiğiniz bu eğiliminize karşı direnmelisiniz. Böylece, çevrenizdekilerden daha çok saygı görürsünüz ve insanlar, size, daha büyük bir yakınlık duyarlar.

Kendi yanlışlarınızın sorumluluğunu üzerinize alarak başkaları için iyi bir örnek olabilirsiniz. Suçlamak bulaşıcıdır, siz her durumda suçlayıcı olursanız, başkaları da her durumda suçlayıcı olmaya başlarlar; bu yaklaşımın, bulunduğunuz ortamda bir salgına dönüşmesine neden olmayın.

Her zaman öğrenmeye odaklanın. Yanlış yapmaktan kaçınmak uğruna, hiçbir şey yapmamayı seçmek yerine, yapılabilecek yanlışlardan bir ders çıkarma alışkanlığını edinebilir ve bunu yaygınlaştırabilirsiniz. Bir bilge ne güzel söylemiş: “Bugünkü aklım olsaydı, geçmişte yaptıklarımın bir kesimini yapmazdım; ancak o yaptıklarımı yapmasaydım, bugünkü aklım olmazdı.”

Geçmişten çok geleceğe odaklanmanız gerekir. Geçmişte yaşananlar, geçmişte kalmıştır ve olan olmuştur; önemli olan, bu andan başlayarak daha sonra neler yapılabileceğidir.

Suçlayacak iseniz, bunu yapıcı bir biçimde yapmaya çalışın. Birini eleştirecek, ona birtakım önerilerde bulunacak ya da suçlayacak iseniz, bunu herkesin içinde yapmamanız gerekebilir. Bu gibi durumlarda, başlıca amaç, yapılan yanlışların bir öğrenme yaşantısına dönüşmesini sağlamaktır, yoksa başkalarını aşağılamak ya da bir başkasını, başkalarının gözünde küçük düşürmek değil…

Sonsöz: “Vücudunuzun şeklinden ötürü gölgenizi suçlayamazsınız…”

İlişki Çıkmazı

Yaşamınızda sevdiğiniz özel birinin olması, bir ilişki içinde olmak, insanı gönendirir, mutlu eder, insana yaşam sevinci verir. Ancak yaşam, bize, yalnızca biz öyle istiyoruz diye, her istediğimizi vermez. İyi bir ilişkiyi sürdürmek de özen ister, özveri ister, emek ister. Iyi bir ilişkiyi sürdürebilmek için çaba göstermek gerekir; ancak bir yandan da, gösterilen çabaların kişileri çok yormuyor, tüketmiyor olması gerekir.

İlişkinizin, giderek sizi yorduğunun ve bir çıkmaza girdiğinin belirtileri şunlardır:

1. İlişkide olduğunuz kişiden sıklıkla kuşku duyuyorsunuzdur. İlişkide olduğunuz kişinin tutum ve davranışlarıyla ilgili olarak sürekli bir kaygı ve kuşku içindesinizdir.

2. Sürekli yanlış anlaşıldığınızı düşünüyorsunuzdur. Sıklıkla anlaşmazlıklar yaşıyorsunuzdur ve ilişkide olduğunuz kişinin sizi duymadığı ya da anlamadığı duygusu içindesinizdir. Sürekli suçlandığınız duygusu yaşıyorsunuzdur, dolayısıyla sürekli olarak kendinizi savunmak durumda kalıyorsunuzdur.

3. İlişkide olduğunuz kişiyi artık tanıyamadığınızı düşünmeye başlamışsınızdır. Ancak birbirini doğru anlayarak, karşılıklı anlayış göstererek ve eşduyum (empati) yaparak bir ilişki yürütülebileceğini artık unutmuşsunuzdur.

4. Karşılıklı alınmalar, içerlemeler, güceniklikler giderek artmaya başlamıştır. Yaşanan sorun ya da sorunlar açık bir biçimde tartışılmaktansa, artık sessiz kalınmaya başlanmıştır.

5. Her ne yaparsanız yapın, onun beklentilerini artık karşılayamadığınızı düşünmeye başlamışsınızdır, ona yetemediğiniz algısı geliştirmişsinizdir. “Öğrenilmiş çaresizlik” içinde; büyük bir özenle, elinizden ne geliyorsa yaptığınıza inanmanıza karşın, artık bir çıkış yolu bulamadığınız izlenimine kapılmışsınızdır.

İlişkinizde bu gibi belirtiler gösteriyorsanız, tutum ve davranışlarınızı karşılıklı olarak yeniden gözden geçirmenizin zamanı gelmiş, “tehlike çanları” çalıyor demektir.

“Sevgi dolu bir ilişki, her iki yanın da kazandığı, iki kişilik bir oyundur.”

Can Yücel, bir şiirinde ne güzel söylüyor:

Ömür dediğimiz nedir ki?

Çay bardakta

Soğuyana dek geçen zaman

Çayınız bardakta soğumadan

Tadıyla için hayatı

Soğutmadan sevgileri

Soğutmadan sevdaları

Soğutmadan dostlukları

Yaşayın doyasıya

Seviyorsanız koşun ardından

Beş dakika bile duracak zaman yok

Kırmadan, incitmeden

Sevin insanı

Kırmaya zaman yok

Çayınız bardakta soğumadan

İçin çayınızı, hayat geçiyor

Yaşamamak yüreklere zarar…

İkiuçlu Bozukluk

Bipolar bozukluk, ikiuçlu duygulanım bozukluğu diye de adlandırılan ruhsal bir hastalıktır. Geçmişte, bu hastalığa, manik depresyon ya da manik depresif psikoz (PMD) adları da verilebiliyordu. İkiuçlu bozukluk, kişinin duygusal durumunun dönemsel olarak aşırı kabarmasına (mani ya da hipomani durumu, bir uç) ya da dönemsel olarak aşırı çökmesine (depresyon durumu, diğer uç) yol açabilen bir hastalıktır. Mani dönemi sırasında, sanki kişi “kabına sığamıyormuş” gibi, içsel gücünde (enerjisinde) aşırı bir artış, coşkunluk ve taşkınlık, dürtüsel davranışlar, kolay kızma ve kışkırma (ajitasyon) gibi belirtiler ortaya çıkar. Depresyon dönemi sırasında da, kişinin içsel gücünde belirgin bir azalma, yorgunluk ve bitkinlik, kendini değersiz hissetme, benlik saygısında azalma gibi belirtiler görülür. Bu dönemler sırasında sanrı ve varsanı gibi psikoz belirtileri de görülebilir. Değişik türleri de olan ikiuçlu bozukluk hastalığı, çevresel etkenlerin tetikleyebildiği, daha çok kalıtımsal olan bir hastalıktır. Kişinin, anababasında ya da kardeşinde böyle bir hastalık olması durumunda, kendisinde de böyle bir hastalık görülme olasılığı, genel topluma göre beş kat daha yüksektir.

İkiuçlu bozukluk, kişinin daha çok duygusal durumunu etkileyen, yaşam boyu sürebilen bir ruhsal hastalıktır. Kişinin duygusal durumunun çok büyük ölçüde değişmesiyle kendini gösterir. Hastalık sürecinde mani, hipomani ve depresyon dönemleri görülür. Bu dönemlerin dışında, kişi, genelde kendini iyi hisseder. Ancak duygusal durumunda bir değişme olduğunda, davranışlarında ve içsel gücünde de bir değişme olur. Belirtiler, kişinin iş ya da okul yaşamını ve ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir.

Bu ruhsal hastalık, genellikle 20 yaşının öncesinde başlar. Yaşamın daha ileri yıllarında başladığı da olur, ancak 40 yaşından sonra başladığı pek görülmez.

Alttürlerinden olan ikiuçlu I bozukluğu tanısı konabilmesi için, bir haftadan daha uzun süren, en az bir mani döneminin olması gerekir. İkiuçlu I bozukluğu olanların % 90’ından çoğunda depresyon dönemleri de olur. Tedavi edilmezse, mani dönemleri 3-6 ay, depresyon dönemleri 6-12 ay sürebilir. Mani dönemlerinin yerine, belirtilerin ağır olmadığı hipomani dönemlerinin yanı sıra en az bir depresyon döneminin görülmesi durumunda ikiuçlu II bozukluğu tanısı konur. Kimi zaman, mani ya da hipomani belirtileri, depresyon belirtileri ile iç içe görülebilir. Bu duruma karma ikiuçlu durum adı verilir. Böyle bir durumda, kişi çok mutsuz ve karamsar olmasının yanı sıra yerinde duramayan ve çok hareketli biri olabilir.

Mani döneminde, kişi, yaşamı yolunda gitmese bile, kendini çok mutlu ya da coşkulu hissedebilir; yeni birtakım görüşler geliştirebilir; bir düşünceden bir başkasına atlayıp duruyor olabilir, düşünceleri sanki birbirleriyle yarışıyor gibidir; çok hızlı konuşuyor olabilir, konuşmasının arasına girilemez; düşüncelerini belirli bir konuya odaklayamaz ve dikkati kolaylıkla dağılır; kızma eşiği düşmüş olabilir, sıradan bir olay bile onu kızdırmaya yetebilir; uyku uyumakta güçlük çekmeye başlayabilir, uyumak istemeyebilir ya da çok az bir uykuyla yetinebilir; üzerinde çok düşünmeden çok önemli kararlar verebilir; çok para harcama ya da aşırı borçlanma, güvensiz araba kullanma, tanıdık tanımadık insanlarla cinsel yakınlaşma, uyuşturucu-uyarıcı madde kullanma ya da olmadık işlere girişme ve işiyle ilgili önemli birtakım kararlar verme gibi, başına iş açabilecek birtakım eylemlere girişebilir.

Depresyon döneminde de duygusal bir çöküş yaşar; içsel gücü azalır ve kendini yorgun ve bitkin hisseder; umutsuzluk ve karamsarlık içinde olur, hep olumsuz düşünür; kendini değersiz ya da suçlu hisseder, geçmişte yaptıklarından ötürü kendini kınar; yapageldiği etkinliklere artık ilgi duymaz olur, yaşamdan zevk almamaya başlar, yaşam sevincini yitirir; düşüncelerini odaklamakta güçlük çeker, dolayısıyla unutkanlık başlar ve karar vermekte güçlük çeker; kendini bir türlü dingin hissedemez ya da kolay kızar; uyku uyumakta güçlük çeker ya da çok uyur; yeme isteğinde değişiklikler olur, yeme isteği azalır ya da çok artar ve ölüm düşünceleri ortaya çıkar.

İkiuçlu bozukluk ilaçlarla ve psikoterapi ile tedavi edilir. Tedavide amaç, başlamış olan mani ya da depresyon döneminin geçirilmesi ve daha sonra böyle bir dönem geçirilmemesi için koruyucu ve önleyici tedavinin uygulanmasıdır. İkiuçlu bozuklukta görülen depresyon döneminin tedavisi, genel depresyon tedavisinden çok daha değişiktir. İkiuçlu bozukluğun mani ve depresyon dönemlerinin tedavisinin psikiyatri hastanesinde yapılması gerekir. İlaç tedavisinin yanı sıra hastanede bilişsel davranışçı terapi uygulanır. Burada önemli olan çok önemli bir konu, bu hastalığın, psikozla gidebilen, şizofreni gibi diğer hastalıklardan doğru ayırt edilmesi, o hastalıklarla karıştırılmaması ve uygun tedavinin verilmesidir. Bizim, ülkemiz için deneyimimiz, bu hastalık tanısının gereğinden çok konduğu, dolayısıyla, çoğu zaman, hastaların yanlış yönetilip yönlendirildiği yönündedir. Doğru tanının konabilmesi için kişinin bir psikiyatri kliniği tarafından çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca bu hastalığın depresyon dönemlerinin tedavisinin de, çok ayrı bir yaklaşımı gerektirdiği unutulmamalıdır.

Mani düzeyinde olmasa bile, coşku dolu, sevinç içinde ve sevgi dolu bir bayram geçirmenizi diler, bayramınızı kutlarım…

Sağlıklı İlişki

Sevgililer ya da eşler arasında iyi ve sağlıklı bir ilişki olduğunun 10 temel göstergesi şunlardır:

1. Güven: Birbirlerine koşulsuz güveniyorlardır. Ayrıca, birbirlerinin yanında kendilerini güvende hissediyorlardır. Zor durumda kaldıklarında, birbirlerinden yardım alacaklarına ilişkin güven duyuyorlardır.

2. İletişim: Birbirleriyle açık ve dürüst konuşabiliyorlardır. Kendilerini özgürce ifade edebiliyorlardır. Yaşadıkları çatışmaları konuşarak çözebiliyorlardır. Birbirlerine ters düştükleri durumlarda, birbirlerini kırmadan, birbirlerini incitmeden, suçlama kolaycılığına kaçmadan, çözüm odaklı iletişim kurmayı becerebiliyorlardır.

3. Hoşgörü ve sabır: Hiç kimse mükemmel değildir, herkes birtakım yanlışlar yapabileceği gibi her zaman yanlış anlamalar da olabilir, yanlış çıkarımlar da yapılabilir. Bunun farkındadırlar ve bir alınganlık gösterdiklerinde, karşılaştıkları istenmedik durum karşısında bir küslük ya da güceniklik yaşamaktansa, durumu yeniden değerlendirmeye ve birlikte ele almaya çalışırlar. Ayrıca, birbirlerinin duygusal gelgitlerine, belirli sınırlar içinde, katlanabilme becerisi kazanmışlardır.

4. Eşduyum (empati): Birbirlerinin bakış açısını ve içinde bulundukları durumu anlamaya çalışıyorlardır ve içlerinden biri, bir konuda acı çekiyorsa, diğeri ona destek vermeye hazırdır.

5. İlgi ve sevgi: İlişkilerinin bir zorunluluğa değil, karşılıklı ilgi ve sevgiye dayandığını biliyor ve bunu gösteriyorlardır. Birbirlerinin sevgi dilini ve birbirlerine sevgi göstermenin yollarını öğrenmişlerdir (güzel sözler söylemek, birlikte nitelikli zaman geçirmek, bir konuda yardımcı olmak, armağan vermek, dokunmak vb.). Birlikte güzel zaman geçirebiliyorlardır, bir arada eğlenebiliyorlardır.

6. Esneklik: Değişmelere ve gelişmelere uyum sağlama konusunda her ikisi de isteklidir. Öte yandan, birbirlerinden gerçekçi beklentiler içindedirler.

7. Takdir: Birbirlerine gönül borcu duyuyor ve bunu sık sık ifade ediyorlardır. Birçok konuda birbirlerini takdir ediyorlardır.

8. Saygı: Birbirlerinin duygularına, görüş ve düşüncelerine, özerkliğine ve zamanına saygı duyuyor ve bunlara değer veriyorlardır. İçlerinden biri, diğeri üzerinde bir baskı kurmaya çalışmıyordur. Her ikisinin de, yaşadıkları ilişkilerinin dışında da bir dünyası vardır ve kendi alanlarında, kendilerini özgür hissediyorlardır. Bir ilişkide olarak, birbirlerinin her alanına karışma haklarının olmadığını biliyorlardır. İlişkilerinde rahat soluk alabiliyorlardır.

9. Karşılıklılık ve denklik: Karşılıklı olarak, alma, verme ve özveride bulunma düzeyleri konusunda, her iki yan da kendi içinde barışıktır; kimse bir haksızlığa uğradığını düşünmüyordur.

10. Bireysellik: Aralarındaki farklılıklara saygı duyuyor, buna değer veriyor ve bunu “birbirini besleme” olarak görüyorlardır. Bireysel kimliklerini koruyabiliyorlardır. Kendilerinden daha değişik olmaya çalışmak ya da öyle görünmek, “-miş gibi” olmak yerine, ilişkilerinde, kendileri olabiliyorlardır.

Sonsöz: “Birçok insan, doğru bir insan olmaktansa, doğru bir insanı bulmaya çalışıyor.”

Şizofreni

Şizofreni hastalığı tanısı, biz psikiyatristlerin, hastalara ve hasta yakınlarına söylemekte en güçlük çektiğimiz hastalık tanısıdır. Oysa, bu da bir hastalıktır, bir ruhsal hastalıktır ve birtakım özgül tedavi yöntemleri vardır. Şizofreni teriminin, halk arasında yaygın bir biçimde yanlış anlaşılıyor olması, daha açık bir deyişle söyleyecek olursak, bu terimin (bilir bilmez kişilerce) yanlış kullanılıyor olması, bu tanının konmasını ve psikiyatristlerce dile getirilmesini son derece güçleştirmektedir. Ne yazık ki, psikiyatri bilim dalı ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan birtakım kişiler, bu hastalık tanısının adını yanlış kullanarak, insanları kendilerince aşağılamaya, başkalarının gözünde küçük düşürmeye çalışmaktadırlar.

Aslında, şizofreni de, diyabet gibi, hipertansiyon gibi, romatoid artrit gibi, bir tıp bilim dalı tanısıdır ve bu tanının konabilmesi için bilimsel birtakım tanı ölçütleri tanımlanmıştır ve bu hastalığın da tedavisi vardır. Tedavisi iyi yapılan ve düzgün bir biçimde sürdürülen hastalarımız, uygulanan tedavilerden çok büyük ölçüde yarar görebilmekte ve toplumsal işlevselliklerini çok iyi bir biçimde sürdürebilmektedirler.

Şizofreni hastalığı, bir psikoz döneminin ortaya çıkmasının yanı sıra toplumsal işlevsellikte düşme olması ile belirli, ruhsal bir hastalıktır.

Psikoz dönemi, bir dönem için, gerçekliğe aykırı yerleşik düşüncelerin (en çok alınganlık, kuşkuculuk, izleniyor olma, başkalarından kötülük görecek olma sanrıları olmak üzere sanrılar) olmasıyla belirli gerçeği değerlendirme bozukluğu, diğer bir deyişle ileri derecede uslamlama (akıl yürütme, muhakeme) bozukluğunun olması; olmayan sesleri duyma, olmayan görüntüleri görme (varsanılar) ya da konuşma sırasında çağrışımlarda bozukluk (sabuklama) olması gibi belirtilerle kendini gösterir. Daha sonraları, bir eyleme kalkışamazlık ya da olaylara duygusal katılım göstermeme gibi belirtiler giderek ağırlık kazanabilir.

Toplumsal işlevsellikte bozulma da, kendine bakımda azalma, okul ya da iş yaşamında üretkenlikte büyük ölçüde düşme ya da kişilerarası ilişkilerde bozulmalar olması ve kendi içine kapanma ile kendini gösterir.

En az bir ay süren açık psikoz belirtilerinin yanı sıra işlevsellikte düşmenin en az altı ay sürmesi durumunda bu tanı konur. Hastalığın ağırlığı, belirtilerin türü ve psikoz alevlenmelerinin görülme sıklığı ve süresi, kişiden kişiye çok büyük ölçüde değişir.

Tanı koyabilmek için, söz konusu belirtilerin (psikoz belirtilerinin), uyuşturucu ya da uyarıcı bir madde kullanımına ya da bedensel bir hastalığa bağlı olarak ortaya çıkmamış olması gerekir.

Erkeklerde, daha çok 20’li yaşların hemen öncesinde ya da 20’li yaşların başlarında; kadınlarda ise, daha çok 20’li yaşların sonlarında ya da 30’lu yaşların başlarında ilk kez başlayan bu hastalık, bütün toplumlarda, yaklaşık yüz kişiden birinde, kadın ve erkeklerde yaklaşık eşit oranlarda görülür.

Bu hastalığın zeka ve kişilik özellikleri ile herhangi bir ilişkisi yoktur. Üstün zekalı hastalar olabileceği gibi, bu hastalar, çok değişik kişilik özellikleri de sergileyebilirler. Ancak hastaların önemli bir kesiminin (ancak hepsinin değil), hastalık başlamadan önce de oldukça içe dönük ya da içine kapanık olduğundan söz edilir.

Tedavi sürecinde, hastaların psikozdan çıkmalarına çalışılır ve psikoz alevlenmeleri yatıştırılır ve yeni bir alevlenmenin olmaması için ayrıca koruyucu tedavi uygulanır.

Kesin tanının konması, psikoz alevlenmesinin yatıştırılması ve sonrası için koruma tedavisinin düzenlenmesi amacıyla, kişinin bir psikiyatri hastanesinde 3-6 hafta gibi bir süre kalması çok uygun olur.

Hastalığın olabildiğince erken bir evrede tanınıp, uygun ve yeterli tedavinin uygulanması koşuluyla, böyle bir hastalığı olanlar, işlevselliklerini büyük ölçüde yeniden kazanabilirler, yaşamın içinde yer alabilirler ve yaşamlarını olağan bir biçimde sürdürebilirler. Burada önemli olan, hastalık sürecinin, bir psikiyatrist ve psikiyatri hastanesi ile işbirliği içinde yürütülmesi ve hastalığın doğası gereğince, uygulanan tedavinin kesintisiz sürdürülmesidir.

Takıntı Zorlantı Bozukluğu

Takıntı-zorlantı bozukluğunda (TZB) (obsesif-kompulsif bozukluk, OKB), takıntılı düşünceler ve zorlantılı davranışlar, insanın günlük yaşam işlevselliğini büyük ölçüde bozar. TZB, denetim altına alınamayan, istenmedik düşünceler ve yapmak zorunda kalınan, törensel, yineleyici davranışlarla belirli bir rahatsızlıktır. Takıntı düşüncelerin ve zorlantılı davranışların anlamsız olduğu bilinmesine karşın bunlara karşı konulamaz. Kişi, zorlantılı davranışları yapıyor olmaktan bir zevk almaz; ancak yapıyor olmak, takıntı düşüncelerin yarattığı kaygı için “gelip geçici” bir rahatlama sağlıyor gibidir.

Takıntılar, kişinin zihninde yeniden yeniden ortaya çıkan istemsiz düşünceler, imgeler ya da dürtülerdir. Kişi, böyle düşünceleri olsun istemez, ancak onları durduramaz. Bu takıntı düşünceler, çoğu zaman rahatsızlık vericidir ve kişinin ilgi odağını dağıtır.

Zorlantılar, kişinin yeniden yeniden yapmaya zorlandığı davranışlar ya da törensel eylemlerdir. Zorlantılar, genellikle, takıntı düşüncelerin ortadan kalkması için yapılırlar. Sözgelimi, kişi, hastalık bulaşma korkusu içindeyse, birtakım ayrıntılı, temizlenme ve yıkanma törensel davranışları geliştirir. Bunları yapmak geçici bir rahatlama sağlarsa da, hiçbir zaman kalıcı bir rahatlama olmaz. Takıntı düşünceler, genellikle, çok daha güçlü bir biçimde geri gelirler. Zorlantılı davranışlar ve törensel eylemler, giderek zorlayıcı ve zaman tüketici oldukları için, artık kendileri bir kaygı kaynağı olmaya başlarlar. TZB’nun böyle bir kısır döngüsü vardır.

TZB’nun belirli birtakım türleri vardır. “Temizleyiciler” hastalık bulaşmasından çok korkarlar. Bu kişilerin, genellikle, ellerini yıkama ve yıkanma zorlantıları vardır. “Denetleyiciler”, bir zarar verebilecek ya da tehlike doğurabilecek durumları pek çok kez denetleyip dururlar (ocağı kapatıp kapatmadıkları, kapıyı kilitleyip kilitlemedikleri gibi). “Kuşkucular”, her şey mükemmel değilse ya da tam doğru olarak yapılmazsa, kötü bir şey olacağından ya da bir ceza göreceklerinden korkuyorlardır. “Sayıcılar ve düzenleyiciler”, bir düzen ve bakışım (simetri) takıntısı içindedirler. Belirli sayılar, renkler ya da düzenlemelerle ilgili olarak boş (batıl) birtakım inançlar içindedirler. “Biriktiriciler”, herhangi bir nesneyi atacak olurlarsa, kötü bir şey olacağından korku duyarlar. Gereksinmedikleri ya da kullanmadıkları nesneleri zorlantılı bir biçimde biriktirirler.

Kişinin takıntılı düşüncelerinin ya da zorlantılı davranışlarının olması, her zaman, takıntı-zorlantı bozukluğunun olduğu anlamına gelmez. TZB tanısı konabilmesi için, bu düşüncelerin ve davranışların büyük bir sıkıntı doğuruyor olması, günde en az bir saat olmak üzere, kişinin çok zamanını alıyor olması, günlük yaşamını ve başkalarıyla olan ilişkilerini olumsuz yönde etkiliyor olması gerekir.

TZB olan çoğu kişinin hem takıntıları, hem de zorlantıları vardır, ancak kimileri, birini, diğerinden daha çok yaşantılar.

Sık görülen takıntılı düşünceler arasında, mikroplardan ya da kirden hastalık bulaşması ya da bunları başkalarına bulaştırma korkusu (abartılı ve işlevsel olmayan bir düzeyde olmak üzere); denetimini yitirip, kendisine ya da başkalarına zarar verme korkusu; istenmedik cinsel ya da şiddet içerikli düşünceler ya da imgeler, dinsel ya da törel (ahlaki) düşüncelerle aşırı uğraşıp durma; gereksinebileceği nesneleri yitirmekten ya da bunlara sahip olamamaktan korkma; düzen ve bakışım bağlamında, her şeyin yerli yerinde olması gerektiği düşüncesi; boş inançlar bağlamında, herhangi bir durumun bir şans ya da bir şanssızlık olduğuna aşırı odaklanma gibi düşünceler vardır.

Sık görülen zorlantılı davranışlar arasında, temizleme, yıkama ve yıkanma için gereğinden çok zaman harcama; ocak, fırın, ütü gibi ev gereçleri, kapı kilitleri, pencereler ve elektrik düğmeleri gibi nesneleri yoklayıp durma; sevdiklerinin güvende olduğundan emin olmak için sürekli onları arayıp durma ve denetleme; kaygısını azaltmak için, belirli sözcükleri yineleyip durma, sayı sayıp durma, yineleyerek dokunma ya da anlamsız birtakım eylemlerde bulunma; “tam öyle” olmaları için nesneleri belirli bir biçime getirme ya da sıraya koyma; aşırı bir düzeyde tapınma ya da din korkusu nedeniyle törensel birtakım davranışlarda bulunma; eski gazeteler ya da boş yiyecek kapları gibi gereksiz birtakım nesneleri biriktirme gibi davranışlar vardır.

TZB olanların, bu belirtilerinden kurtulmak için, birinci yapmaları gereken, takıntılarını ya da zorlantılarını doğuran tetikleyici düşünceleri ya da durumları tanımaktır. Her gün, gün içinde, tetikleyici etkenlerin ve bunların neden olduğu takıntı düşüncelerin bir dökümünü yapmaları gerekir. Her bir durumda yaşantılanan korku ya da kaygının, sonra bu kaygıyı gidermek için kullanılan zorlantıların ya da zihinsel yöntemlerin yoğunluğu derecelendirilmelidir. Sözgelimi, mikrop bulaşacağı korkusu varsa, bir alışveriş merkezinde korkuluklara dokunmak, 10 üzerinden 3 yoğunluğunda bir korkuya neden olurken, tuvalet kapağına dokunmak, 9 yoğunluğunda bir korkuya ve yaşanan kaygıyı gidermek için 30 dakika süreli bir el yıkamaya neden oluyor olabilir.

Tetikleyicileri izlemek, bunların ne gibi dürtüler doğurabileceğini anlamaya yardımcı olabilir. Zorlantılı dürtüler, daha bunlar ortaya çıkmadan öngörülerek dindirilebilirler. Sözgelimi, zorlantılı davranışlar, kapıların, pencerelerin kapalı olup olmadığı ya da ev gereçlerinin kapatılmış olup olmadığı ile ilgili ise, kapıları, pencereleri ya da ev gereçlerini ilk kez kapatırken, özel bir özen gösterilerek, yapılan işe odaklanmak büyük yarar sağlayabilir.

Takıntı düşünceleri tetikleyen durumlardan kaçınmak akıllıca görünebilir, ancak bunlardan ne denli kaçınılırsa, o denli kaygı uyandırıcı ve korku doğurucu olurlar. Bunun tersine, kişi, tetikleyici etkenlerle yineleyici bir biçimde karşı karşıya kaldıkça, zorlantılı törensel davranışlarını yapma dürtüsüne karşı koymayı giderek öğrenir. Bu yöntem, takıntı düşüncenin kaynağıyla yeniden yeniden karşı karşıya gelmeyi, ardından, kaygıyı gidermek için yapılagelen zorlantılı davranışı yapmamak için kendini tutmayı kapsar. Kişi, zorlantılı olarak elini yıkayan biriyse, sözgelimi, bu, tuvaletin kapı kolunu tuttuktan sonra elini yıkamamak olabilir. Kaygısı sürerken, bunu gidermek adına bir eylemde bulunmayınca, ellerini aşırı yıkama dürtüsü giderek söner gider. Böylece, kişi, tetikleyici etkenin yaşattığı korkudan kurtulmak için törensel bir eylemde bulunması gerekmediğini, dolayısıyla takıntı düşünceleri ve zorlantılı davranışları üzerinde denetim sağlayabildiğini görür.

Ancak, korkulan en güç durumla doğrudan karşılaşmak öyle kolay olmayabilir. Dolayısıyla bir “korku merdiveni” yaratılarak, en az korku veren durumdan, en çok korku veren duruma doğru çıkılarak ilerlenmesi daha doğru olur. Diğer bir deyişle, en az korku doğuran durum olan birinci basamaktan başlanır, bu aşama geçilince, bir sonraki basamağa geçilir. Söz konusu durumda, kaygı ortadan kalkana dek, olabildiğince uzun bir süre kalınmalıdır. Tetikleyici durumla ne denli uzun bir süre karşı karşıya kalınırsa, bu duruma o denli alışılır ve daha sonra bu durumla karşılaşılınca daha az kaygılı olunur. Bu arada, zorlantılara karşı koyarken, yaşanan kaygı duygusuna özellikle odaklanılmalıdır. Zorlantılı davranışı yapma dürtüsüne karşı koyarken, odağını kaydırmaktansa, tetikleyici etkenin yarattığı kaygıyı yaşamaya çalışılmalıdır. Zorlantılı davranışı yapana dek bu kaygının süreceği düşünülebilir, ancak, bunun tersine, yaşanan kaygının giderek azaldığı ve zorlantılı davranış yapılmadığında herhangi bir kötü durumun ortaya çıkmadığı, bir “dağılma” yaşanmadığı görülecektir.

Öte yandan, takıntılı düşünceler ne denli bastırılmaya çalışılırsa, o denli yüzeye çıkmaya çalışırlar ve o denli rahatsız edici olurlar. Akla gelen düşünceler yalnızca düşüncelerdir. İstenmedik bir biçimde aklımıza geliyor olsalar da ve içerikleri çok rahatsız edici olsa bile, kendi başlarına bir anlamları yoktur; önemli olan, bu düşüncelere ne gibi bir anlam yüklendiğidir. Akla gelen istenmedik bir sözcüğün, deyişin ya da düşüncenin yüzlerce kez bir yere yazılması onun gücünün ortadan kalkmasına yardımcı olur. İstenmedik düşüncelerin yazılması, yalnızca bunları düşünüyor olmaktan çok daha güç bir eylemdir; ancak, böylece, giderek yok olurlar.

Takıntı-zorlantı bozukluğu olan kişi, hastalığının ağırlığından ötürü ya da başka birtakım nedenlerden dolayı, bu yöntemleri kendi başına uygulayamaz ise, söz konusu yöntemler, bilişsel davranışçı terapi eğitimi almış bir klinik psikolog eşliğinde psikiyatri hastanesinde uygulanır. Gerektiğinde, tedaviden daha iyi bir sonuç alınabilmesi için, hastanın psikiyatristi, ek olarak birtakım ilaçlar verir. Ancak unutulmaması gereken konu, tek başına ilaç tedavisinin çoğu zaman yeterli olmadığıdır. Yukarıda sözü edilen davranışçı terapi yaklaşımının yanı sıra ilaç tedavisinin bir arada kullanılması ile çok iyi sonuçlar elde edilmektedir.