Alkolizm

Alkolizm (alkol bağımlılığı), yalnızca “iradesizlik ya da irade gücü zayıflığı” ile açıklanamayacak, özgül bir hastalıktır. Tıp bilim dalını yakından ilgilendiren bir hastalık olmasının yanı sıra ruhsal bir hastalıktır. “Alkolizm, gelişmesinde ve belirtilerinin ortaya çıkmasında, kalıtımsal, ruhsal, toplumsal ve çevresel etkenlerin öneminin olduğu, birincil ve süreğen bir hastalık” olarak tanımlanır.

Alkolizm, toplumsal, işle ya da sağlıkla ilgili, istenmedik sonuçlar doğuruyor olmasına karşın, alkol kullanımını durduramama ya da denetim altına alamama ile belirli, depreşmeler gösteren, süreğen bir beyin hastalığı olarak da tanımlanabilir.

Alkolizm sorunu olanlar, alkol kullanmalarını, işleri ve aileleri de içinde olmak üzere, bütün sorumluluk ve yükümlülüklerinin önüne çekerler ve aynı etkiyi sağlamak için giderek daha çok içmek durumunda kalırlar ve içmemeleri durumunda yoksunluk belirtileri yaşarlar.

Ağır içicilik, kadınlar için haftada 7 ya da daha çok birim, erkekler için ise haftada 14 ya da daha çok birim içki tüketme olarak tanımlanır. Tek bir kezde, kadınlar için 3 birimden daha çok tüketme, erkekler için ise 4 birimden daha çok tüketme de ağır içicilik demektir. Altmış beş yaşının üzerinde olanlarda, haftada 7 birimden daha çok, bir kezde 3 birimden daha çok tüketmek de ağır içicilik anlamına gelir. (Bir birim içki, 330 ml’lik bir şişe biraya [% 5 alkol oranında], 1 kadeh [140 ml] şaraba [% 12 alkol oranında], 1 tek [40 ml] viski-cin-votkaya [% 40 alkol oranında] ve yaklaşık 1 tek [40 ml] rakıya [% 45 alkol oranında] karşılık gelir.) Ağır içici olmasalar bile, her gün alkol alanların, haftada en az iki gün, hiç alkol almamaları gerekir.

Alkol kötüye kullanımının başladığının öncü belirtileri arasında geçici bilinç kararmalarının olması ve kısa süreli bilinç yitimi vardır. Kolay kızma ve aşırı duygusal durum dalgalanmaları görülmeye başlar. Gevşemek, zorlanılan bir durumla başa çıkmak ya da kendini eskisi gibi hissetmek için alkol almaya başlamak da öncü belirtiler arasında sayılabilir.

Alkol bağımlılığının başlıca belirtileri, neredeyse “dürtüsel” olarak kabul edilebilecek, önü alınamaz bir içki içme isteği duyma, alkol kullanmak için içinin gitmesi; bir kez içmeye başlayınca kendini durduramama; içmeyince, bulantı, kusma, terleme, titreme, çarpıntı, aşırı bir kaygı duyma ve uyku bozukluğu gibi yoksunluk belirtileri yaşama; benzer etkiyi sağlamak için giderek daha çok içmek durumunda kalma gibi belirtilerdir.

Süreğen alkol kullanımı, karaciğerde yıkıma (siroza), hepatite, pankreatite, mide sorunlarına, beyinde yıkıma (bunamaya), kalp yetmezliğine, diyabete, kansere ve bulaşıcı hastalıklara yatkınlığa neden olur. Alkole bağlı karaciğer hastalığının ilk belirtileri karın ağrısı ve duyarlılığı, ağız kuruluğu ve susama duyumumun artması, bitkinlik, sarılık, yeme isteğinin azalması ve bulantıdır.

Alkol kullanım bozukluğu tanısı alarak hastaneye yatırılan kişilerin ortalama yaşam süresi, erkekler için 47-53, kadınlar için ise 50-58’dir. Bu kişiler, genel toplum ortalamasına göre 24-28 yıl daha az yaşarlar.

Alkol bağımlılığı, en az yüzde 50 oranında kalıtımsal yatkınlıkla, en az yüzde 50 oranında da yetersiz baş etme becerileri ile ilişkilidir. Bu iki durum, çoğu zaman bir arada bulunur.

Depresyon, kaygı bozukluğu, davranım bozukluğu ve dikkat eksikliği-aşırı hareketlilik bozukluğu gibi ruhsal sorunları olanlar, sorunlu içici olmaya daha yatkındırlar.

Süreğen alkol kullanımından sonra beyin işlevlerinin yerine gelmesi için en az iki hafta gibi bir sürenin geçmesi gerekir. Bu süre içinde, içmek için kişinin içinin gitmesini durdurması çok güç olur. Bu aşamada, yoksunluk belirtilerinin, hastanın bir bağımlılık kliniğinde yatırılarak ilaçlarla yönetilmesi büyük önem taşır. Daha sonra da, eşlik eden diğer ruhsal hastalıkların tanı ve tedavilerinin yapılmasının yanı sıra klinikte, değişmeye isteklendirici görüşme yöntemleri (“motivational interviewing”) kullanılarak, bu kişilerin artık alkol kullanmamaları gereğini anlamaları için, kendi gerekçelerini üretmelerine yardımcı olunur. Ayrıca, içmek için içlerinin gitmesi durumunda, bunu yönetmelerini öğrenmelerini sağlamak üzere bilişsel davranışçı terapi görüşmeleri yapılır. Ayrıca önleyici ilaç tedavileri uygulanır…

Alzheimer Hastalığı

Alzheimer (alzaymır diye okunur) hastalığının (özgül nedeni belirlenemeyen bunama hastalığı), erken ortaya çıkan, uyarıcı birtakım belirtileri vardır. Bunların erken tanınması ve gerekli önlemlerin erken alınması büyük önem taşır.

Alzheimer hastalığının, özellikle erken evrelerinde, en sık görülen belirtilerinden biri, yakın geçmişte öğrenilen bilgilerin unutulması ve unutkanlıktır. Ayrıca önemli birtakım tarihler ya da olaylar da unutulabilir. Bu kişiler, yakından tanıdıkları birtakım kişilerin adlarını artık anımsayamayabilirler.

Kimi hastalar, sayılarla ilgili işlemleri yapmakta güçlük çekmeye başlayabilirler. Aylık harcamalarını ve bütçelerini ayarlayamamaya başlayabilirler. Odaklanmakta güçlük çekebilirler ve yapageldikleri işler, eskisine göre, çok daha uzun bir zaman almaya başlayabilir.

Günlük işlerini yapmakta güçlükler yaşamaya başlayabilirler. Bildik bir çevrede bile araba kullanmakta güçlük çekebilirler, eskiden beri kullandıkları bir ev gerecini artık çalıştıramayabilirler, boş zamanlarında oynadıkları bir oyunu (tavla, dama, satranç, iskambil oyunları vb.) artık oynayamayabilirler.

Yaşadıkları günün, ayın hangi günü olduğunu, haftanın hangi günü olduğunu bilemeyebilirler. Kimi zaman, nerede olduklarını ya da oraya nasıl geldiklerini çıkartamayabilirler.

Görme sorunları, kimi hastalar için, bir Alzheimer belirtisi olabilir. Okumakta güçlük çekmeye başlayabilirler, uzaklıkları yordayamazlar, renklerin ya da renk karşıtlıklarının adlarını koyamazlar. Algı bağlamında birtakım güçlükler yaşayabilirler. Odada sanki bir başkası varmış gibi, aynanın içinden geçmeye çalışabilirler. Kendilerinin aynaya yansımasını tanıyamayabilirler.

Karşılıklı konuşmakta ya da bir konuşmaya katılmakta güçlük çekmeye başlayabilirler. Konuşmanın ortasında birden duraklayabilirler ve konuşmalarını artık nasıl sürdüreceklerini bilemeyebilirler ya da söylediklerini yineleyip durabilirler. Sözcük dağarcığı ile ilgili güçlükler yaşamaya başlayabilirler. Doğru sözcüğü bulmakta güçlük çekmeye başlayabilirler ya da nesnelere yanlış adlar verdikleri olur. Sözgelimi, ayakkabı demek yerine ayak giysisi diyebilirler.

Kullandıkları gereçleri olmadık yerlere koymaya başlayabilirler. Anahtar, gözlük, cep telefonu, cüzdan, televizyonun uzaktan kumandası gibi eşyalarını kaybedebilirler ve bulmak için gereken arayış sürecini gerçekleştiremeyebilirler. Kimi zaman, başkalarını, eşyalarını çalmakla suçlayabilirler. Zamanla bu gibi tutumları giderek bir artış gösterebilir.

Bir yargıda bulunurken ya da karar verirken önemli birtakım yanlışlar yapabilirler. Uzaktan satış yapanlar ya da telefonda dolandıranlar tarafından kolaylıkla kandırılabilirler. Özbakımlarına ve dış görünümlerine giderek daha az önem vermeye başlayabilirler. Temiz ve bakımlı olmayı artık önemsemeyebilirler.

Yapageldikleri eğlence uğraşlarından ve toplumsal etkinliklerden kendilerini geri çekmeye başlayabilirler. Yaşadıkları güçlüklerden ötürü toplumsal etkileşimlerden kaçmaya, insanlardan uzak durmaya başlayabilirler.

Bu kişilerin duygusal durumlarında ve kişilik özelliklerinde önemli birtakım değişiklikler görülebilir. Yönelimleri bozuk bir biçimde şaşkın, alıngan, kuşkucu, çökkün (depresyonda), büyük bir korku içinde ya da çok kaygılı olabilirler. Kendi tanıdık ya da bildik çevrelerinden uzakta oldukları ortamlarda kolaylıkla alınır, darılır ya da altüst olabilirler. Günün olağan akışında bir değişiklik olması durumunda, bundan çok büyük rahatsızlık duyabilirler. Yaptıkları işleri, artık çok kendilerine özgü bir biçimde yapmaya başlayabilirler.

Tanıdığınız ya da birlikte yaşadığınız bir büyüğünüz ya da yakınınız bu gibi belirtiler gösteriyorsa, hiç zaman geçirmeden bir uzmana (bir psikiyatrist ya da nörolog) başvurmanızda büyük yarar vardır. Zaman geçirmeden tedaviye başlanması, hastalık sürecini yavaşlatacak ve kişinin yaşam niteliğinin artmasını sağlayacaktır.

Bunlara benzer belirtiler gösteren hastaların öncelikle, altta yatan başka özgül bir nedene bağlı (damarsal hastalıklar ve inme gibi beyine daha az kan gitmesi ile belirli durumlar, özellikle B vitamini eksiklikleri olmak üzere bir vitamin eksikliği, alkol bağımlılığı, hipoglisemi ya da hipotiroidi gibi hormon bozukluklukları, beyin tümörleri, Parkinson hastalığı, AIDS gibi bulaşıcı bir hastalık, başı çarpmış olma gibi) bir bunama hastalığının olup olmadığı hastane koşullarında araştırılır. Gerekli bütün incelemeler yapıldıktan sonra özgül bir neden bulunamıyorsa, bu belirtilerin Alzheimer hastalığına bağlı olduğu düşünülerek, hiç zaman geçirmeden tedaviye başlanır.

Sınırda Kişilik

Sınırda (borderline) kişilik bozukluğu, “duygusal olarak değişken” kişilik bozukluğu olarak da anılır. Bu kişiler, birkaç saat ya da birkaç gün süreyle, çok yoğun birtakım duygular yaşayabilirler ve bu duyguları çok çabuk ya da birden değişebilir. Kendilerini çok mutlu ve güvende hissediyorlarken, birden bir üzüntü ve çökkünlük yaşamaya başlayabilirler ya da yoğun bir kaygı duymaya başlayabilirler. Ayrıca, denetim altına almakta güçlük çektikleri yoğun öfke duyguları olabilir; bu sırada bağırıp çağırmaya, ellerine ne geçerse atmaya başlayabilirler; bunun ardından büyük bir utanç ve suçluluk duygusu yaşayabilirler. Ancak, öfkeleri her zaman başkalarına karşı değildir, kendilerine öfkelendikleri de sık görülür.

Sınırda kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının (aile bireyleri, sevdikleri ya da arkadaşları) kendilerini bırakmasından, ayrılıp gitmesinden çok korkarlar ve bunun gerçekleşmemesi için olmadık yollara başvurabilirler (gitmemesi için yalvarmak, sarılıp bırakmamak, kavga çıkarmak, giden kişinin ardına düşmek ya da onu izlemek, hatta önünü kesmek gibi). Kim olduklarına, nasıl bir insan olduklarına ilişkin algıları (benlik algıları), ilgi alanları, amaçları ve değer yargıları güçlü ve yerleşik değildir ve bunlar, kiminle birlikte olduklarına göre büyük ölçüde değişebilir. Kimi zaman kendilerini severlerken, kimi başka zaman kendilerini sevimsiz ve değersiz bulurlar, kendilerinden nefret ederler, hatta kendilerini bir “şeytan” gibi gördükleri bile olur. Kim oldukları konusunda içsel bir barışıklık içinde olmadıkları için sık sık iş, arkadaş, sevgili, eş, din değiştirirler; dış görünümlerini değiştirirler (saçlarını mavi ya da mor gibi alışılmadık renklere boyatmak, vücuduna dövmeler yaptırmak, hızma [“piercing”] taktırmak gibi yollarla); genel yaşam amaçları, değerleri, hatta cinsel kimlikleri bile değişebilir. İyi bir ilişki kurmakta ve bunu kalıcı bir biçimde sürdürmekte çok güçlük çekerler. Kolay aşık olurlar, aşık oldukları her kişinin kendilerini çok iyi hissettireceğini, kendilerini bir bütün olarak hissettireceğini düşünürler, ancak çok kısa bir süre sonunda büyük bir düş kırıklığına uğrarlar. Başkalarını değerlendirmelerinde de büyük gelgitler yaşarlar. Bir gün göklere çıkardıkları bir kişiyi, ertesi gün yerin dibine sokabilirler. Bir gün, büyük bir tutkuyla bağlandıkları bir kişiden, bir başka gün nefret edebilirler. Genelde, “siyah değilse beyazdır” biçiminde, esneklikten yoksun bir bakış açıları vardır. Çoğu zaman kendilerini büyük bir boşlukta hissederler ve can sıkıntısı çekerler. Kendilerini bir “hiç” olarak ya da “hiç kimse” olarak hissettikleri zamanlar bile olabilir. Çok yemek yiyerek, alkol ya da madde kullanarak ya da cinsel birliktelik yaşayarak, kendilerini bu boşluktan kurtarmaya çalışsalar da, bunların hiçbiri yeterli gelmez. Özellikle kendilerini iyi hissetmedikleri, altüst oldukları zamanlarda olmak üzere, dürtüsel davranma eğilimi gösterirler ve yeni tanıştıkları biriyle cinsel birliktelik yaşama, tıkınırcasına yemek yeme, aşırı alkol ya da madde kullanma, sakınmaksızın araba kullanma, çok para harcama, vücuduna kesikler atma, kendi kendini yakma gibi, kendilerine zarar verecek birtakım davranışlarda bulunabilirler ya da ölüm düşünceleri içinde olabilirler. Zor altında kaldıklarında, gerçeklikten kopma yaşantıları olur ya da özel birtakım kuşkulara kapılabilirler. Sanki kendilerine dışarıdan bakıyormuş gibi, bedenlerinden ayrılmış gibi, rüyadaymış gibi gerçekdışılık yaşantıları zaman zaman olabileceği gibi, bunlar ayrıca sürüp gidebilir.

Sınırda kişilik bozukluğu olan herkeste bütün bu belirtiler olacak demek değildir. Kimilerinde bu belirtilerden yalnızca birkaçı olabilirken, kimilerinde birçoğu bir arada bulunabilir. Bu kişiler aşırı duyarlıdırlar. Belirtilerin bir kesimi, çok sıradan birtakım olaylarla tetiklenebilir. Sözgelimi, tatile çıkmak için yakınlarının kısa süreli ayrılması bile ya da eşinin eve geç gelmesi bile, bu kişileri öfkelendirebilir ya da büyük bir sıkıntıya sokabilir. Kurdukları ilişkiler, belirtilerinin ortaya çıkmasında en önemli tetikleyici etkendir. Gösterilen belirtilerin ağırlığı, sıklığı ve ne denli uzun sürdüğü, kişiden kişiye büyük ölçüde değişir.

Sınırda kişilik bozukluğuna, depresyon ya da ikiuçlu bozukluk, madde kötüye kullanımı, yeme bozuklukları ve kaygı bozuklukları eşlik edebilir. Sınırda kişilik bozukluğu başarılı bir biçimde tedavi edildiğinde, eşlik eden diğer bozukluklar çoğu zaman düzelir. Ancak tersi her zaman doğru değildir. Sözgelimi, kişinin depresyonu tedavi edilmiş olsa bile, sınırda kişilik bozukluğu belirtileri sürebilir.

Sınırda kişilik bozukluğu, ergenlik yıllarında ya da erken erişkinlik döneminde başlayan bir rahatsızlıktır. Değişik çalışmalara göre, erişkinlerin yaklaşık % 2-6’sının (çevrenizdeki en az 50 kişiden birinin), yaşamlarında bir dönem, böyle bir rahatsızlığı yoğun bir biçimde yaşadığı saptanmıştır. Psikiyatri hastanelerine yatırılan hastaların yaklaşık beşte birine artık bu tanı konmaktadır. Böyle bir tanı konanların yaklaşık dörtte üçü kadındır.

Geçmişte, sınırda kişilik bozukluğunun tedavisinin oldukça güç olduğuna inanılıyordu. Ancak, kanıta dayalı yeni tedavi yaklaşımlarıyla (özellikle baş etme becerileri kazandıran eytişimsel [diyalektik] davranışçı terapi yaklaşımıyla), böyle bir rahatsızlığı olan birçok kişinin, çok daha az yoğunlukta, çok daha az belirti yaşaması ve bu kişilerin yaşam niteliklerinin artması sağlanmaktadır. Burada, önemli olan, sınırda kişilik bozukluğu olan kişilerin, bu rahatsızlığın tedavisi konusunda özel eğitim almış psikiyatrist ve klinik psikologlarca, bir takım anlayışı içinde tedavi edilmesidir. Öyle olması durumunda sonuçlar yüz güldürücü olmaktadır. Terapi sürecinde, kişiye, duygusal kırılganlığını azaltabilmesi ve duygusal dalgalanmalarını yatıştırabilmesi için, dürtüselliğini denetim altına alabilmesi ve zorlanmaya katlanabilmesi için, ayrıca kişilerarası ilişkilerini geliştirebilmesi için birtakım donanımlar ve baş etme becerileri kazandırılır…

Bağımlı Kişilik Bozukluğu

“Bağımlı kişilik bozukluğu” olarak adlandırılan kişilik özellikleri olan, başkalarına aşırı bağımlı kişilerin ortak birtakım özellikleri vardır. Bu kişiler,

  • Kendilerine bir yol gösterilmedikçe ve bir güvence verilmedikçe sıradan günlük kararlarını bile veremezler. Genelde kendilerine güvenmezler; başkalarını güçlü, kendilerini güçsüz olarak görme eğilimindedirler.
  • Kendi önemli yaşam alanlarının sorumluluğunu başkalarının almasını isterler.
  • Çekindikleri için, başkalarıyla benzer görüşte olmadıklarını göstermekte ve bunu dile getirmekte güçlük çekerler.
  • Kendi başlarına bir işe girişmekte ya da bir iş yapmakta büyük güçlük çekerler. Özerk davranamazlar. Etkin olmaktansa edilgin olmayı yeğlerler.
  • Yalnız başlarına kaldıklarında ya da yalnız başına kalma düşüncesine kapıldıklarında, bundan büyük bir kaygı duyarlar ve büyük bir sıkıntı yaşarlar.
  • İstenmedik ya da kötü bir olay olduğunda, bunun suçunu hemen üstlenme eğilimi gösterirler.
  • Kendilerini, hep başkalarının beklentilerini karşılamakla yükümlü olarak hissederler. Öne çıkmaktansa, hep başkalarının gölgesinde kalmak isterler.
  • Sürekli olarak, başkalarının onayını alma, başkalarınca onaylanma gereksinmesi içindedirler. Eleştirilmeye son derece duyarlıdırlar. Başkalarınca dışlanmaktan çok çekinirler.
  • Kişisel sınırlarını belirlemekte ve kişisel sınırlarını korumakta büyük güçlükler çekerler.

Kıskançlık

Kıskançlığın bir sevgi gösterisi olduğuna ilişkin yaygın bir kanı vardır ve “Seven insan kıskanır” denir. Oysa kıskançlık önemli bir ilişki sorunudur. Evlilik terapistleri, danışanlarının yaklaşık üçte birinde böyle bir sorun olduğunu söylerler. Benlik saygısının düşük olması, duygusal durum değişkenlikleriyle giden “nevrotik” bir kişilik yapısı, güvensizlik ve sahiplenicilik, eşine bağımlılık, eşine yetersiz gelme düşüncesinden kaynaklanan ilişkide kendini yetersiz bulma algısı ve eşinin kendisini yeterince sevmediği ya da kendisini bırakacağı korkusundan kaynaklanan kaygılı bağlanma biçimi burada etken olabilir. Bütün bu nedenler, kıskanç insanların, eşlerini ne denli sevdikleriyle ilgili değil, bu insanların kendi güvensizlikleriyle, kendilerine güvenmemeleriyle ilgilidir.

Dolayısıyla, kıskançlığın önüne geçmenin en iyi yolu kişinin benlik saygısını artırmasıdır. Kişinin, eşiyle daha büyük bir yakınlık içinde olması gerekir. Bu konu gerçekten onu kaygılandırıyorsa, açık yüreklilikle ve suçlayıcı olmadan, eşinin onu rahatsız eden davranışlarını açıkça ona söyleyebilmelidir. Onu yargılamak yerine güvensizlik duygularını paylaşabilmelidir. Öte yandan, eşinin özel yaşamına ve özgürlüğüne de saygı duyması gerekir. Eşini izleyip durmanın, e-postalarına ve telefonuna bakıp durmanın bir yararı olmayacağı gibi, bütün bunlar, yeni birtakım sorunlara yol açabilecek ve eşinin güvenini yitirmesine neden olabilecektir.

Böyle bir eşle bir birliktelik içindeyseniz, sizin de yapabilecekleriniz vardır. Yanlış anlamalara ya da yanlış anlaşılmalara neden olabilecek durumlardan kaçınmanızda yarar vardır. Kendinize ve ilişkinize olan güveninizi artırmaya çalışmalısınız. Bu konuda eşinizle sağlıklı bir iletişim kurmanız gerekir. Öfkeyle yaklaşırsanız, alaycı bir tutum takınırsanız ya da suçlamalarda bulunursanız, bunlar bir işe yaramayacaktır. Ayrıca, dolaylı değil, doğrudan bir iletişim kurmanız gerekir, ancak düşmanca bir tutum sergilememelisiniz. Duygularınızı sakin bir biçimde dile getirip, nasıl bir çözüm bulunabileceği üzerinde konuşmanız, eşinizde olumlu birtakım duygular uyandıracak ve birlikte bir çözüm yolu bulma arayışına girebilmenizi sağlayacaktır.

Othello sendromu (sanrısal kıskançlık) diye adlandırılan, ayrı bir, ağır kıskançlık durumu daha tanımlanmıştır. Othello sendromu, psikozla giden, bir paranoya türüdür. Birincil olabileceği gibi, daha çok altta yatan bedensel bir hastalığa, şizofreni hastalığına, bunamaya, alkol ya da kokain bağımlılığına ikincil bir durum olarak da ortaya çıkabilir. İlk kez, 1950’li yıllarda, İngiliz psikiyatrist Dr. John Todd tarafından tanımlanmış olan bir hastalık durumudur.

Shakespeare’in Othello adlı oyununda baş oyuncu Othello, Makyavelist “arkadaşı” Iago tarafından, eşi Desdemona’nın kendisini aldattığı konusunda kandırılır. Doğru olmayan bir biçimde, aldatıldığı düşüncesine kapılan Othello, Desdemona’yı öldürür. Iago, daha sonra Othello’ya doğruyu söyler. Bunun üzerine Othello, “Bilgece değil, ancak ‘çoook’ sevdim” diyerek ağıt yakar. Sevgi söz konusu olunca, ‘çoook’ seviyor olmak bilgece değildir ve kişiyi psikoza sokuyorsa sonu ölümcül bile olabilir…

Buradan olmak üzere, kıskançlık sanrısal düzeydeyse, diğer bir deyişle kişinin gerçeği değerlendirmesi ileri derecede bozuksa ve bu durum günlük işlevselliğini ileri derecede bozuyorsa, bir psikiyatrist tarafından, ilaç desteği de verilerek, gerektiğinde, bir psikiyatri hastanesine yatırılarak tedavi edilmesi gerekir.

Peter Pan Sendromu

Peter Pan sendromu, kişinin, kişilerarası ilişkilerinde, işiyle olan ilişkisinde ve sorumluluk almasıyla ilgili genel tutumunda yeterince büyümediğini ve olgunlaşmadığını gösteren bir sendromdur.

Bu kişiler, ilişkiler bağlamında,

  • Yapılacak etkinlikleri, birlikte oldukları kişinin belirlemesini; alınacak büyük kararları, birlikte oldukları kişinin almasını isterler.
  • Ev işlerini savsaklarlar. Bulaşıklar, günlerdir, yıkanmadan, lavaboda birikmiş olarak kalabilir. Giyecek giysileri kalmayana dek, çamaşır sepetindeki giysilerini yıkamak akıllarına bile gelmeyebilir. Eve ısmarladıkları yiyeceklerin kutularını bile çöpe atmaktan erinebilirler.
  • “Gün’ü yaşamayı” yeğlerler ve uzun süreli tasarılar yapma konusunda pek istekli değildirler.
  • Hiç akıllıca olmayan bir biçimde para harcarlar ve kişisel bütçelerini ayarlamakla ilgili büyük güçlükler yaşarlar.
  • Yaşadıkları ilişkinin adını koymak ya da nasıl ilerlediğini tanımlamak gibi konularda duygusal bir varlık olarak kendilerini gösteremezler.
  • İlişkileriyle ilgili sorunları, çözüm odaklı bir biçimde, işlevsel birtakım yollarla çözme arayışında olmazlar.
  • Arkadaşları da, genellikle kendileri gibi, hiç büyümemiş diğer “çocuklar”dır.
  • İşle ilgili konularda,
  • Bir çaba göstermedikleri, üzerlerine düşen işleri yapmadıkları, ağır ve yavaş oldukları ya da işe düzenli gitmedikleri için sık sık işlerinden olurlar.
  • Sıkılmaktan, zora gelememekten ya da baskı altında kalmaktan ötürü işlerini sık sık bıraktıkları olur.
  • Yeni bir iş bulma konusunda gerçek bir çaba göstermezler.
  • Daha çok yarı zamanlı işleri severler ve işlerinde yükselmeye karşı genelde bir ilgileri yoktur.
  • Özel bir alanda kendilerini geliştirmek ve yeni birtakım beceriler kazanmak yerine, iş dünyasında, bir alandan başka bir alana savrulup dururlar.
  • Büyük bir çaba göstermeden, çok iyi yerlere gelebilecekleri beklentisi içinde olurlar.
  • Genel tutumları, duygusal durumları ve davranışsal belirtileri ile ilgili olarak,
  • Genellikle, güvenilir oldukları söylenemez. Onlara en gereksindiğiniz zamanlarda, sizi yalnız bırakırlar, çünkü siz onlar için önemli değilsinizdir. Önemli olan onların ne istedikleridir. Son derece bencildirler. Sözlerini pek tutmazlar.
  • Başkalarının gereksinmelerini gözardı ederler, onların hep kendi öncelikleri vardır ve bunlar öncelenmelidir.
  • Eleştirilmekten ya da bir çatışmaya girmekten çekinirler. En ufak bir çatışmada, “başını alıp gitme”, kendilerini odaya kapatma eğiliminde olurlar. Zorlandıklarında duygusal patlamalar gösterirler.
  • İşler yolunda gitmeyince, birtakım özürler bulma ve başkalarını suçlama eğiliminde olurlar.
  • Kendilerini geliştirmekle pek ilgili değildirler.
  • Kendilerine bakılması gerektiği beklentisi içindedirler.
  • Somut birtakım tasarılar yapmaktansa, kendilerine sürekli yeni bir seçenek sunulmasını beklerler.
  • Yaşadıkları istenmedik duygulardan ya da ağır birtakım sorumluluklardan kaçmak için alkol ya da madde kullanma eğilimi gösterdikleri olur.

İlk kez, 1983 yılında, Psikolog Dan Kiley’in, “Peter Pan Syndrome: Men Who Have Never Grown Up” (“Peter Pan Sendromu: Hiç Büyümeyen Erkekler”) adlı kitabında tanımlanan bu sendrom, daha çok erkeklerde görülen ve 30’lu yaşlardan sonra kendini gösteren bir durumdur. Bu kişilerin, genelde, ileri derecede koruyucu ve kollayıcı, hoşgörülü anababaların olduğu aile ortamlarında büyüdükleri saptanmıştır. Çok hoşgörülü anababalar, çocuklarının davranışlarını pek bir sınır koymazlar. Böyle anababaların çocukları da, yaşları ilerleyince, her ne yapmak istiyorlarsa, bunu yapabileceklerini düşünürler. Bu kişiler, çocukluklarında, yaptıkları yanlışlardan ötürü genelde olumsuz bir geribildirim almamış, dolayısıyla yaptıkları olumsuzluklardan ders çıkarmamış olan kişilerdir. Erken erişkinlik yıllarında, para kazanmak için kendi başına bir varlık olarak çalışma gereği duymamış olan bir kişi, daha sonra da neden çalışması gerektiğini hiçbir zaman kavrayamaz. Öte yandan, aşırı koruyucu ve kollayıcı anababalar, erişkin yaşamının çok korkutucu ve güçlüklerle dolu olduğu izlenimi yaratarak, çocuklarının büyümesine izin vermezler ve bir çocuk gibi kalmalarına neden olurlar.

Diğer yandan, bu kişiler, yaşamı daha “olduğunca”, akışına göre yaşıyor olabilirler ve başkalarının da, yaşamın “küçük zevkler”ini tatmalarını isterler. Sevimli ve çok tatlı insanlar olabilirler. Sorumluluklarını yerine getirmiyor olsalar da, onlarla birlikte zaman geçirmek eğlenceli bile olabilir.

İşin kötü yanı, böyle bir sendromu olan kişiler, kendilerinin ayrımında değildirler. Yargılayıcı olmayan bir terapi yaklaşımıyla, bu kişilerin, yaşam örüntülerini kendilerinin daha iyi anlamaları, içgörü kazanmaları ve kendilerine dışarıdan bakmaları sağlanmaya çalışılır. Ayrıca, genel tutumlarının, kurdukları ilişkiler ve yaşamda gösterdikleri başarı üzerinde nasıl bir etki gösterdiğini görmeleri sağlanmaya çalışılır.

Takıntılı Sevgi Hastalığı

“Takıntılı sevgi hastalığı”, kişinin sevdiğini düşündüğü kişiye ileri derecede takıntılı olması durumu olarak tanımlanır. Kişi, sevdiğini düşündüğü kişiyi, takıntılı bir biçimde, sürekli koruma, hatta onu sahiplenmiş gibi, onu sürekli denetimi altında tutma gereksinmesi içinde olur.

Takıntılı sevgi hastalığının, bir kişiye, tutku derecesinde, aşırı ilgi duyma, onunla ilgili olarak takıntılı düşünceler içinde olma, onu koruma güdüsüyle davranma, onu sahiplenici düşünceler ve eylemler içinde olma, kişilerarası etkileşimleri bağlamında onu aşırı kıskanma ve benlik saygısının düşük olması gibi birtakım belirtileri vardır.

Takıntılı sevgi hastalığı olanlar ayrılmayı bir türlü kabullenemezler. Bu kişilerin gösterdikleri belirtiler, kabul görmediklerinde ya da ilişkileri sonlandığında daha da ağırlaşabilir. Bu hastalığın, sürekli telefonla arama, telefonla süreli ileti (SMS) ya da e-posta gönderme, sürekli bir güvence verilmesi arayışında olma, tek bir kişiye takıntılı olduğu için, arkadaşlarıyla ya da aile bireyleriyle iletişim kurmakta artık güçlük çekiyor olma, takıntılı olduğu kişinin davranışlarını sürekli izleme ve nereye gittiğini ve ne yaptığını denetleme gibi başka birtakım belirtileri daha vardır.

Çevrenizde, “Beni bırakırsan kendimi öldürürüm”, “Sensiz yaşayamam”, “Beni bırakıp gitmene hiçbir zaman izin veremem”, “Sen mükemmel birisin, sensiz yapamam”, “Sen benim varlık nedenimsin”, “Yanımda olmadığında çıldıracakmış gibi oluyorum” diyen biri varsa, böyle bir hastalığının olduğundan söz edilebilir.

Takıntılı sevgi hastalığının tek bir nedeni yoktur ve bağlanma bozuklukları, sınırda (borderline) kişilik bozukluğu, takıntılı kıskançlık, sanrılı kıskançlık, erotomani ve takıntı-zorlantı bozukluğu gibi başka birtakım ruhsal bozukluklara eşlik eden bir durum olarak ortaya çıkabilir.

Böyle bir hastalığı olanlara, bu durumun üstesinden gelebilmeleri için birtakım önerilerde bulunulabilir. Bu kişiler, takıntılı sevdikleri kişiye karşı olan bütün duygularını bir kağıda yazabilirler ve bu duygularını simgesel olarak ortadan kaldırmak üzere, bu kağıdı daha sonra yırtıp atabilirler ya da içlerini döktükleri bu kağıdı yakabilirler; sevdikleri kişiyle bütün “sosyal medya” bağlantılarını kesebilirler; birlikte çekilen fotoğraflar ve verilen armağanlar da içinde olmak üzere, o kişiyi çağrıştıran bütün anımsatıcıları ortadan kaldırabilirler; bileklerine lastik bir bant takabilirler ve zihinlerine böyle bir takıntılı düşünce düşünce, bu bandı çekip bırakabilirler; okumak, yazmak, resim yapmak, bir müzik gereci çalmak gibi, odaklarını dağıtıcı, sağlıklı birtakım eylemlerde bulunabilirler ve başka arkadaşlarıyla zaman geçirerek kendilerini meşgul edebilirler. Ayrıca, bu durumun üstesinden gelebilmek için, psikoterapi görüşmelerine katılmak üzere, uzman bir terapistle iletişime de geçebilirler.

Uymacılık (Konformizm)

Psikolog Lawrence Kohlberg’e göre, törel (ahlaki) değerler ve erdemlilik, çocukluktan ergenlik yıllarına doğru giderek gelişir. Kohlberg’e göre, yaşamın ilk dokuz yılında gelişen törel akıl yürütme döneminde, kurallar değişmez ve kesin (sabit ve mutlak) olarak görülür. Bu düzeyin ilk evresinde (söz dinleme ve cezalandırılma evresi), çocuklar, yaptıkları eylemlerin yanlış ya da doğru olduğunu, cezalandırılıp cezalandırılmadıklarına göre değerlendirirler. İkinci evresinde (bireyleşme ve alıp verme evresi), yanlış ve doğru, getirdiği ödüllere göre belirlenir. Başkalarının da istek ve gereksinmeleri, ancak karşılıklılık bağlamında bir önem taşır. Törel değerler, bu düzeyde, getirdiği sonuçlar ile değerlendirilir. Kohlberg’e göre çocuklar, başkalarıyla etkileşerek, törel değerleri ve saygı göstermeyi, eşduyum yapmayı ve sevgi göstermeyi öğrenirler.

Törel akıl yürütmenin ikinci düzeyi ergenlik yıllarında başlar ve erken erişkinlik dönemine dek uzanır. Davranışlar, bu düzeyde, getirdiği sonuçlardan çok arkalarındaki niyete ya da amacına göre değerlendirilmeye başlanır. Bu aşamanın, genellikle “cici çocuk” evresi olarak adlandırılan ilk evresi, davranışların yararlı olup olmadığı ya da başkalarını mutlu edip etmediği biçiminde sınıflandırılmasıyla başlar. İyi görünmek başlıca amaçtır. İkinci evresinde (yasa ve düzen evresi), “iyi olmak”, yetkeye (otoriteye) saygı ve yasalara uyum gösterme ile denk görülmeye başlanır. Ancak bu tutumun toplumu koruyacağına ve böylece toplumun sağlıklı bir biçimde sürdürüleceğine inanılır.

Törel gelişmenin üçüncü düzeyi, yalın bir uymacılığın (konformizm) ötesine geçmekle sağlanır. Ancak, Kohlberg’e göre, toplumun yalnızca yüzde 10-15’i bu düzeye erişir. Bu düzeyin birinci evresinde (toplumsal sözleşme ve kişisel haklar evresi), insanlar yetkeye saygı duymayı sürdürürler, ancak kişisel haklarının, kendileri için kısıtlayıcı olan yasaların önünde olduğunu giderek anlamaya başlarlar. İnsan yaşamının, yalnızca kurallara uymaktan daha kutsal olduğu ve daha dokunulmaz olduğu algısını geliştirmeye başlarlar. Kişinin kendi vicdanının son yargıç olduğuna ve törel değerlerini ancak kendi vicdanının belirleyebileceğine inanmakla altıncı ve en son evreye (evrensel törel ilkeler evresi) erişilir. Bu evrede, insan haklarının eşitliğine inanma ve buna göre davranma ve başkalarına da saygı gösterme tutumu gelişir. Kişi, yasalara uygun olsun ya da olmasın, kendine özgü törel değerlerini geliştirir. İnsan hakları, adalet ve eşitlik gibi evrensel genel geçer ilkeler adına, bunun için ağır bedeller ödenecek bile olsa, kurallara baş eğicilik tutumundan uzaklaşmanın, gerekirse toplumun çoğunluğuyla ters düşmenin gerekli olabileceği düşünülür.

Solomon Asch, 1950’li yıllarda yaptığı bir dizi deneyle, uymacılık (konformizm) ile ilgili birtakım görüşler ileri sürmüştür. Deneklere, yalın bir algılama deneyine katılacakları söylenmiş; denekler, grupların “yardakçılar”dan oluştuğunu bilmeden gruplara ayrılmışlar. Daha sonra, gruplardan, her bir durumda, doğru yanıtın çok açık olduğu, 18 kartın üzerine çizilen çizgilerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenmiş.

Grubun büyük bir çoğunluğu yanıt verdikten sonra, “gerçek” deneğin yanıt vermesi istenmiş ve yapılan altı denemede de “yardakçılar” bilerek yanlış yanıt vermişler. Denemelerin üçte birinden daha çoğunda, katılımcılar, çoğunluk görüşüne uymak için açıkça yanlış yanıt vermişler ve katılımcıların dörtte üçü bunu en az bir kez yapmış. Kimi katılımcılar, daha sonra yapılan bireysel görüşmelerde, verdikleri yanıtların yanlış olduğunu bildiklerini, ancak başkalarına benzer yanıt vermek istediklerini, çünkü başkalarından değişik ya da aptalmış gibi görünmek istemediklerini söylemişler. Diğerleri, yanlış yanıtlar verdiklerinin ayrımında bile olmadıklarını bildirmişler.

Uymacılık’ın (konformizmin), grup birlikteliğini pekiştirmede yararlı bir toplumsal işlevi vardır. Grubun amaçlarına erişmesine yardımcı olabilir, ancak bunun olumsuz birtakım etkileri de olabilir. Asch’in uymacılık deneyleri, bireylerin, çoğunluğun görüşü olarak algıladıkları görüşlere katılmaya kendilerini inandırabileceklerini göstermiştir. İnsanlar, gruptan ayrı düşmemek adına, yanlış ve akılcı olmayan düşüncelere kapılabilmektedirler. Psikolog Irving Janis de, gruba uyma baskısının kesin boyun eğmeye (mutlak itaat’e) ve akılcı düşünmekten uzaklaşmaya yol açabileceği üzerinde durmuştur. Böylece, yanlış olsa bile, verilen kararlar ortak bir akılla desteklenir ve daha sonra grup, kendisinin bir yanlış yapabileceğini düşünmemeye başlar. Ortak akıl, içlerindeki “kara koyun”u dışlamaya çalışır ve diğer gruplara karşı savaş açar. Bundan kaçınmanın yolu, görüşleri tartışmaya açabiliyor olmak, birilerinin “şeytanın avukatlığı”nı yapmasına izin vermek ve grup dışından birilerinin görüşlerine de başvurmaktır. Toplumumuzun kimi kesimlerinde olduğu gibi, kendi doğrularının en doğru olduğunu düşünen kapalı gruplarda bunlar ne yazık ki yapılamamaktadır.

Toplumsal gruplarda uymacılık (konformizm) isteği, insanların kişisel değerlerinin ve inançlarının da önüne geçebilmektedir. Boyun eğiciliğin (“itaat ve biat”, “şakşakçılık”) de benzer bir etkisi var gibi görünmektedir. Stanley Milgram’ın ünlü deneyler dizisinde, bütün katılımcıların, yalnızca kendilerine öyle söylendiği için, hiçbir suçu olmayan insanlara elektrik şoku uygulayabilecekleri gösterilmiştir. Bu deneyler, insanların, yetke (otorite) olarak tanıdıkları kişilerin buyruklarına koşulsuz uymaya, bunlara boyun eğmeye yatkın olduklarını göstermiştir. Milgram’a göre, insanlar, toplumsal durumlarda iki yoldan birini seçerler. Ya özerk davranarak, sorumluluk alıp sonuçlarına katlanırlar ya da başka insanların “maşa”sı olarak davranıp, sorumluluğu kendilerince başkalarının üzerine atarlar. Ancak bir başkasının “maşa”sı olarak davranmadan önce, onun yetkesini, törel ve yasal olarak tanımış olmaları gerekir. Ancak bir “aidiyet” arayışı içinde olan kişiler için bu yolu seçmek hiç de öyle güç olmaz.

Asch ve Milgram’ın yaptığı deneyler, insanların, uymacılık ve boyun eğme tutumlarının, özdeğerleriyle ve temel yerleşik inançlarıyla çelişen birtakım davranışlarda bulunmalarına neden olabileceğini göstermiştir. Zimbardo da, tutukevi deneyinde, iyi insanların nasıl kötü işler yapabildiklerini göstermiştir. Bu deneyde, gardiyan ve tutuklular, kendilerine biçilen değerlere ve verilen görevlere büyük uyum göstermişlerdir. Gardiyan konumunda olanlar giderek sertleşmişler ve görevlerini kötüye kullanmaya başlamışlar; tutuklular baş kaldırmışlar, ancak çok büyük bir sıkıntı içine düşmüşlerdir. Zimbardo’nun çalışması, durumsal baskıların ne denli önemli olabileceğini göstermiştir. Zimbardo’ya göre insanlar, doğru ya da yanlış durumsal baskılar altında her tür eylemde bulunabilirler. Sıradan insanlar, kendilerine verilen toplumsal konuma hızla uyum sağlamaktadırlar. Kendilerini alt konumda bulduklarında, üst konumdakilere ya da yetke konumundakilere boyun eğmektedirler; ancak, toplumsal bir yetke konumuna getirilirlerse, yalnızca sahip oldukları gücü kullanmakla kalmamakta, çoğu zaman bunu kötüye de kullanmaktadırlar. Kişinin “birey”liği bir kez elinden alınınca, davranışları üzerinde toplumsal ya da kurumsal birtakım baskılar kurulabilmektedir. Bireyliğinden koparma sürecinde, kişinin kişisel kimliği göz ardı edilerek, toplumsal konumunun ve durumunun, önceden tanımlanmış gerekliliklerine göre davranması sağlanabilmektedir. Öte yandan, inandırılma (ikna) edilme ile ilgili çalışmalar, akılcı tartışmalardan çok duygusal yaklaşımlarla insanların daha kolay inandırabileceğini göstermiştir.

Sonsöz: “Kalabalıkla birlikte yanlış yöne gitmektense, tek başına yürümek daha iyidir…”

Dönekliğin Psikolojisi

İlkesizlik, tutarsızlık ve dönekliğin da birtakım ruhsal (psikolojik) nedenleri vardır…

İlkesiz, tutarsız ve dönek insanlar, genelde, yaşamdan ne beklediklerini bilmezler; son derece kararsızdırlar. Yeni bir görüş ya da düşünce ile karşılaştıklarında birden bir yön değiştirebilirler.

Bu kişilerin, genellikle, benlik saygıları düşüktür. Benlik saygısı yüksek olan, kendisini koşulsuz seven ve kendisine saygısı olan kişilerin dönek oldukları pek görülmemiştir. Benlik saygısı yüksek olan kişiler, başkaları yollarına çıksa da, başkaları onları aşağılamaya kalksa da, kararlılıklarını sürdürebilecek bir özgüvene sahiptirler. Oysa, benlik saygısı düşük olan kişiler, başkalarından kabul görme gereksinmesi içinde kolaylıkla yollarından dönebilirler.

Kimi insanlar, bir türlü kendileri olamazlar; kendilerini, özdeşim kurdukları kişi ya da grupla birlikte tanımlarlar. Bireyleşememişlerdir… Gücü, kendilerinden, kendi donanımlarından ya da kendi yeterliklerinden almazlar. Ancak bir başkasına ya da başkalarına yaslanırlarsa kendilerini güçlü hissederler. Bu yüzden, ancak başkalarının gölgesinde yaşayabilirler. Dolayısıyla, yalnızca birilerine yandaş olabilirlerse var olabilecekleri düşüncesi içinde olurlar… Kendi başlarına bir karar alamazlar. Hiçbir konuda kendi görüşleri yoktur. Hiç düşünmeden başkalarının peşine takılırlar. Peşine düştükleri kişi, her ne yolda gitmelerini onlara söylerse, onlar da o yolda giderler. Kendilerine buyrulanları, örtük ya da açık bir biçimde verilen komutları hiç sorgulamazlar; bunları, hiç tartışmasız, doğru olarak kabul ederler. Yandaşların ortak kişilik özellikleri, düşük benlik saygısı, aşırı bir başarısızlık korkusu ve büyük bir kabul görme gereksinmesidir.

Kimi insanlar da gerçekçi olmayan beklentilerinden ötürü dönektirler. Yüksek beklentiler birtakım sorumlulukları da birlikte getirir. Bu sorumluluklarını yerine getiremeyecek gibi olduklarında dönek olmayı yeğlerler. Dönerek istediklerini elde etme kolaycılığına başvururlar.

Kendilerini güvende hissetmeyen ve sürekli bir kabul görme gereksinmesi duyan insanlar, yalnızca bu gereksinmeleri karşılansın diye, duruma göre, günübirlik değişen, ilkesiz, tutarsız ve dönek tutumlar sergilerler. Altından kalkamayacaklarını düşündükleri sorumluluklara girmek yerine, kendinden vazgeçerek, “günü kurtarmak”, dönekliğin diğer bir nedenidir. Hiçbir zaman “Bugünlerin yarınları da var” demezler, diyemezler. Tutarlı bir çizgi izleyemezler.

Bu gibi insanlar için toplumsal konum, güç ve para çok önemli değerlerdir. Onlar için önemli olan, dışarıdan nasıl göründükleri ve başkalarının onlar için ne düşündüğüdür. Kendine değer vermeyen insanlar, ancak başkalarından değer gördüklerinde kendilerini değerli hissederler. Bu kişiler, başkalarından kabul görmeyi çok önemserler ve bunun için iyi bir toplumsal konumda olmayı, güçlü olmayı ve varsıl olmayı isterler. Benlik saygılarının düşük olması ve kendilerini güvensiz hissetmeleri de kolayca döneklik yapmalarına neden olur. Kendileri, kendi başlarına yapamayacakları, yetersizliklerinden ötürü kendi ayaklarının üzerinde duramayacakları için, hak etmedikleri bir konuma getirilerek, dolayısıyla güç sağlanarak ve para verilerek, bu kişilerin kolayca “dönme”si sağlanır.

Ancak dönekler, duruşlarını değiştirerek kendilerine birtakım olanaklar sağlarlarken kendilerini de kullandırırlar. Ancak bir gün gelir ki, artık kullanan kişi ya da kişilerin gözünde de “bir işe yaramaz” olurlar ve aşağılanırlar; çünkü kolay döndürülen kişi, kullananın gözünde de gerçekte değersizdir. Ancak kullanılıp atmaya değerdir. Bu da, kendilerini çok kötü hissetmelerine neden olur ve büyük çökkünlükler yaşarlar. Dolayısıyla, her zaman ilkeli olmak, ilkelerinden ve temel değerlerinden yola çıkarak, tutarlı bir duruş sergilemek; -miş gibi değil, kendi olmak; kendini olduğu gibi kabul ederek, kendini sevmek ve kendine saygı duymak, kişinin ruh sağlığı açısından kaçınılmaz gerekliliklerdir.

Son olarak, Oscar Wilde’in güzel bir sözüne gönderme yapmak istiyorum: “Kendiniz olun, başka herkes kapıldı…”

Atatürk’ü Sevmek

Atatürk’ü sevmek demek ne demektir?..

Kendisi, “Büyük ölümlere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir” demiştir…

Atatürk artık bizim için bir simgedir…

  • Atatürk’ü sevmek demek, akılcı düşünmek demektir. “Ben, manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, eleştirel, sorgulayıcı, bilimsel düşünmek demektir. “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit bilimdir, fendir.” “Eğer bir gün, benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, özgür düşünmek, özgürlükçü, bağımsız ve demokrat olmak demektir. “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerleyişin ve kurtuluşun anası hürriyettir.” “Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise, ancak bireyin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü girişimde bulunmak serbestisine sahip olmakla mümkündür.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, ilkeli, tutarlı ve kararlı olmak demektir. “Zafer ‘zafer benimdir’ diyebilenin, muvaffakiyet, ‘muvaffak olacağım’ diye başlayanın ve ‘muvaffak oldum’ diyebilenindir.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, çalışkan ve üretken olmak demektir. “Milli hedef belli olmuştur. Ona ulaşacak yolları bulmak zor değildir. Önemli olan, çetin olan o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak. Toplumsal hastalıklarımızı incelersek temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık keşfedemeyiz; hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı bir şekilde tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, ülkesini sevmek, yaşadığı ülkenin çağdaş uygar ülkeler arasında yerini almasını sağlamaya çalışmak, çok çalışmak demektir. “Hedefiniz muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve onu geçmektir.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, kendiyle barışık, dünyayla barışık olmak demektir. “Yurtta barış, dünyada barış.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, anamız, bacımız, eşimiz, kızımız olan kadına değer vermek demektir. “Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, geleceğimiz olan çocuklara ve gençlere değer vermek demektir. “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, bu ülkenin kurucuları başta olmak üzere, atalarımıza gönül borcu duymak, onlara saygı duymak, onları anmak demektir. Atamızın ölüm yıldönümlerinde, bir hastalık uydurmayıp, kendisine saygı duruşunda bulunmak demektir.
  • Atatürk’ü sevmek demek, ahlaklı ve vicdanlı olmak demektir. Çalmamak, çaldırmamak demektir. “Bir millet, zenginliğiyle değil, ahlak değeriyle ölçülür.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, edebiyat ve sanat gibi değerlerinin olması demektir. “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”
  • Atatürk’ü sevmek demek, iyimser olmak demektir, zorluklar karşısında yılmamak demektir. “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.“

Atatürk, yaşıyor olsaydı, bunları görmek ister, sevildiğini ancak böyle anlardı… Seni çok seviyoruz ve bunu, yaşayarak ve yaşatarak göstermeye çalışıyoruz, seni putlaştırarak değil…