Karanlık Üçlü Kişilik Özellikleri

“Karanlık Üçlü” kişilik özellikleri olarak adlandırılan kişilik özellikleri bütünü, narsisistlik, Makyavelcilik ve psikopatlığın bir bileşiminden oluşur. Narsisistlik, bir Yunan söylencesinden, su birikintisindeki kendi yansımasına aşık olan ve boğulan bir avcı olan Narsissus’dan gelir. Narsisist kişiler, bencil, kendini beğenmiş, kibirli (kendini herkesden büyük gören, büyüklenen), küstah, duygudaşlık (empati) yoksunu ve eleştiriye aşırı duyarlı kişilerdir. Makyavelcilik, 16’ncı yüzyılın ünlü İtalyan siyasetçisi ve diplomatı Niccolo Machiavelli’den gelir. Makyavel, 1513 yılında yayımlanan Prens adlı kitabında, siyasette kurnazlık ve düzmeciliği övüyor gibi yorumlanmasıyla kötü bir ün kazanmıştır. Makyavelcilik demek, ikiyüzlülük, başkalarını parmağında oynatma, çıkarcılık, erdem ve törel (ahlaki) değerlerden yoksun olma demektir. Onlar için, “Sonuca giden her yol geçerlidir”. Psikopatlık özellikleri de, duygudaşlıktan (empatiden) yoksunluk ve vicdansızlık, toplumdışı (antisosyal) davranışlar gösterme, başkalarını parmağında oynatma ve döneklik ile belirlidir.

Jonason ve Webster adlı iki psikolog, 2010 yılında, “Karanlık Üçlü” kişilik özelliklerini ölçmek üzere, “Karanlık Düzine” Ölçeği adını verdikleri 12 maddelik bir ölçek geliştirmişlerdir.

Jonason ve Webster, insanların, aşağıdaki sorularla kendi kendilerini ölçebileceklerini düşünmüşlerdir:

1. İstediğimi elde etmek için başkalarını parmağında oynatırım.
2. İstediğimi elde etmek için başkalarına yalan söylemişliğim ve onları aldatmışlığım olmuştur.
3. İstediğimi elde etmek için dalkavukluk ve yağcılık yaptığım olmuştur.
4. Amacıma ulaşmak için başkalarını sömürürüm, başkalarını kendi çıkarım için kullanırım.
5. Vicdan azabı çekmem, pişmanlık duymam.
6. Törel (ahlaki) değerlerle ya da giriştiğim eylemlerin törel boyutuyla pek ilgilenmem.
7. Duygusuz ve duyarsızımdır.
8. İyiliğe inanmam.
9. Başkalarının beni çok beğenmelerini, bana hayran olmalarını isterim.
10. Herkesin bana ilgi göstermesini isterim.
11. Toplumda büyük bir saygınlık ve yüksek bir konum elde etme arayışındayımdır.
12. Başkalarının beni hep kayırmasını beklerim.

Her bir soru için bir’le yedi arasında bir değer verilecek olursa toplam değer 12 ile 84 arasında değişir. Elde edilen değer ne denli yüksekse, Karanlık Üçlü (Dark Triad) kişilik özellikleri gösterme eğilimi o denli yüksektir denebilir. Toplamda 45’in üzerinde bir değer alanların yüksek bir değer aldıklarından söz edilebilir. Alt değerlendirme için, 1, 5, 7 ve 10’uncu sorular Makyavelcilik ile; 2, 4, 6 ve 9’uncu sorular psikopatlık ile ve 3, 8, 11 ve 12’nci sorular narsisistlik ile ilgilidir.

Kendimizle Mutlu Olma

Yaşamda en çok katlanmak zorunda olduğunuz kişi kim?..

Her nereye giderseniz gidin, yanınızda götüreceğiniz kişi kim?..

Sağlıklı iletişim içinde olmanız gereken başlıca kişi kim?..

Hiç kimse size bakmadığında, sizi gören tek kişi kim?..

Siz, kendinizsiniz!..

Kendimizle mutlu değilsek, başka hiç kimse ile mutlu olamayız.

Oysa, kendimizle arkadaş olursak, hiçbir zaman yalnız kalmayız.

Bunun için kendimizi, belirli bir koşula bağlamadan, koşulsuz kabul etmemiz gerekir. İnsanlar, birbirlerine benzemeyen, “biricik”, bir diğer eşi olmayan, kendilerine özgü birer varlıktırlar. “Evrende ufacık bir noktayız, belki bir nokta bile değiliz, ama her birimiz birer evreniz.”

İnsanlar, insan oldukları için, yaşıyor oldukları için, “biricik” ve “eşsiz” oldukları için değerlidirler.

Öte yandan insanlar, yanılabilen, yanlış yapabilen varlıklardır. Kendilerini böyle kabul etmeleri gerekir. 

Kendimizi koşulsuz kabul edersek, aşırı genelleme yapma yanlışına düşmeyiz. Tek bir davranış ya da tutumumuzu değerlendirerek, kendimizle ilgili genel bir yargıya varma yanlışına düşmeyiz. Dolayısıyla kendimizle iyi bir arkadaş olabiliriz… 

Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, yaşıyor olmaktan ötürü mutludurlar ve yaşam sevinci duyarlar. Kendilerine biçtikleri değeri, sağladıkları başarılara göre ya da başkalarının kendileriyle ilgili olarak ne düşündüğüne göre ölçmezler. Kendilerini, herhangi bir dış koşula bağlı olarak değil, koşulsuz olarak kabul ederler, kendilerini severler ve kendilerine değer verirler. Sürekli olarak kendilerini kanıtlamaya çalışmaktansa, yaşamdan ve yaşadıklarından sevinç duymayı öğrenmişlerdir…

Mutluluğun Kaynakları

Yapılan çalışmalarda, genelde ne denli mutlu oldukları ya da yaşamlarından ne ölçüde doyum buldukları insanlara sorulduğunda, daha çok parası olanlar, kendilerini daha mutlu hissettiklerini ve daha doyumlu olduklarını söylemişlerdir. Ancak insanlara, gün içinde akan zamanda ne denli mutlu oldukları sorulduğunda; daha çok parası olanlar, gün içinde akan zaman içinde, daha az parası olanlara göre daha mutlu duygular yaşadıklarını söyleyememişlerdir. Bu çalışmalar, yaşam bir bütün olarak düşünüldüğünde, parasal durumu daha iyi olanların (“Genelde mutlu muyum?” sorusuna “İyi yaşıyorum” yanıtını verirler) daha mutlu olduklarını; ancak paranın, günün akışı içinde yaşarken hissedilen duygular üzerinde çok daha az etkisinin olduğunu (“Bugün mutlu muyum?” sorusuna verilen yanıt bağlamında) göstermiştir.

Para, yoksulluktan kurtardığı için mutluluk vericidir, ancak varsıl insanların daha mutlu olmalarını sağlamaz. Çünkü, daha çok kazanma konusunda istekli olan kişiler, zaman baskısı altında yaşarlar ve kendilerini daha çok zora sokarlar. Dolayısıyla yaşamın küçük zevklerinin tadını almaktan kendilerini alıkoyuyor olabilirler. 

Yapılan çalışmalarda, paranın mutluluk getirmede nedensel bir etken olduğu bulunmuş olmakla birlikte, bu nedenselliğin iki yönlü olduğu da gösterilmiştir. Diğer bir deyişle, paranın mutluluk sağladığı, ancak yaşanan mutluluğun da daha çok para kazanmayı sağladığı bulunmuştur. Yapılan birçok çalışmada, daha mutlu olan insanların görece daha üretken ve verimli oldukları ve para kazanma konusunda daha yaratıcı, yetenekli ve direngen oldukları bulunmuştur. 

Öte yandan, elde edilen kanıtlar, yaşadıklarımızın ve yaşantılarımızın, sahip olduklarımızdan daha çok bizi mutlu ettiğini göstermiştir. Bunun değişik birtakım nedenleri vardır. Birincisi, sahip olduklarımız zamanla bir değişiklik göstermez, biz bunlara çok hızlı bir biçimde uyum sağlarız. Aldığımız herhangi bir eşyayı yerine koyduktan sonra, üzerinden çok uzun bir süre geçmeden, onun varlığına alışır ve artık onu ayırt edemez oluruz. Oysa yaşantılarımız, biz istediğimiz sürece, hep canlı kalır. İkincisi, yaşantılarımız daha toplumsaldır. Bunları genellikle diğer insanlarla da paylaşırız. Birileriyle bir yaşantımızı paylaşırken aldığımız zevk, yeni aldığımız bir eşyayı başkalarına gösterirken aldığımız zevkten daha çoktur. Üçüncüsü, sahip olduklarımızı başkalarının sahip olduklarıyla karşılaştırma eğilimimiz olurken, yaşantılarımızı pek karşılaştırma eğiliminde olmayız ve yaşanan yaşantılar da çok karşılaştırılabilir değildir. Sevdiklerini eve yemeğe çağırıp kendi hazırladıklarını sunan biri mi daha mutlu olur, arkadaşlarıyla çok pahalı bir restorana yemek yemeye giden mi? Bunlar çok karşılaştırılabilir değildir. Dördüncüsü, aldıklarımızın daha sonra iyi bir seçim olmadığını düşünebilecekken, yaşadıklarımız için öyle bir duyguya pek kapılmayız. Beşincisi, aldıklarımız zamanla eskir ve değerini yitirirken, olumlu anılarımızı anımsadıkça kendimizi daha mutlu hissederiz. Aldıklarımızdan çok yaşadıklarımızı anımsar ve mutlu oluruz. Altıncısı, biz, sahip olduklarımızın değil, yaşadıklarımızın ve yaşantılarımızın bir toplamıyız. Bir nesneye sahip olduğumuzda, bu bizim dışımızda, çekmecede, rafta ya da dolapta durur. Bir yaşantımız olduğunda, bu bizim içimizde, zihnimizde ve anılarımızda yer alır; hep yanımızda taşırız. Yedincisi, yaşadığımız deneyimler bir çaba göstermenin sonucu olarak ortaya çıkar ve bu süreçte, gösterdiğimiz çaba sonucu elde ettiğimiz başarı bizi mutlu eder. Ancak hazır parayla alınan bir eşya, bizi, anlık bir haz duymanın ötesine taşımaz. Sahip olduklarımız, ancak bunlara sahip olmayı bir yaşantıya dönüştürebiliyorsak bizi mutlu eder. Sözgelimi, çok çalışarak aldığımız yeni arabayla, sevdiklerimizle çıktığımız bir yolculuk, bizi araba sahibi olmaktan daha çok mutlu eder.

Öfke Denetimi

Kırılma, incinme, engellenme, gözdağı verilmesi gibi bir durum karşısında gösterilen saldırganca duygusal tepkiye, ölçüsüz kızgınlığa öfke adı verilir.

İnsanlar aynı olaylara değişik tepkiler verebilirler. Aynı duruma, değişik zamanlarda, değişik tepkiler de verebilirler. Çoğu zaman, olaylara yüklediğimiz anlam, bunlara ilişkin yerleşik düşüncelerimiz, bizim birtakım duygular hissetmemize neden olur. Öfke duymamıza yol açan, başkaları değil, biz kendimiziz; olaylar değil, olaylara yüklediğimiz anlamdır. Dolayısıyla yerleşik düşüncelerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkan duygularımızın sorumluluğunu almamız, öfkeyle baş etmemizin ilk adımıdır.

İnsanların  kızmalarına, öfkelenmelerine, çileden çıkmalarına, köpürmelerine, tepelerinin atmasına, “kudurma”larına ve kimi zaman saldırıda bulunmalarına, üstelik başkalarını öldürmeye kalkmalarına neden olan akılcı olmayan dört yerleşik düşünce vardır. Bunlar:

  1. “İnsanların bana, böyle düşüncesiz ve haksız davranışlar göstermeleri ne korkunç!”
  2. “Bana böyle davranmalarına katlanamam!”
  3. “Bana böyle kötü davranamazlar, davranmamalıdırlar!”
  4. “Bana böyle kötü davrandıkları için, onlar, iyi yaşamayı hak etmeyen, cezalandırılmaları gereken aşağılık, alçak insanlardır!”

Bir erişkin olarak bilinçli seçimler yapabiliriz. Düşüncelerimizi, görüşlerimizi, tutumlarımızı, davranışlarımızı ve eylemlerimizi denetleyebiliriz. Kendi kendimize ne söylediğimize bağlı olarak yaşamınızı büyük ölçüde denetleyebilir ve düzenleyebiliriz, yeter ki üzerinde yeterince çalışalım…

İnsanların yerleşik düşüncelerinin bir bölümü, çocukluk dönemlerinde edindikleri ve daha sonra erişkinlik dönemlerinde bırakamadıkları birtakım görüşlerden köken alır. Ancak insanların çarpık düşünmeye ilişkin yaratıcı bir yetenekleri de vardır.

Genellikle, kaygı, kendimizle ilgili, akılcı olmayan yerleşik düşüncelerimizden köken alırken; öfke, başkalarıyla ilgili, akılcı olmayan yerleşik düşüncelerimizden köken alır.

Kendimizi, üç temel dayatmayla sıkıntıya sokmuş oluruz: “Ben, kesinlikle daha iyi bir iş çıkarmalıyım!”, “Diğer insanlar her zaman iyi davranmalılar!” ve “Koşullar her zaman benim istediğim gibi olmalı!” Gereksiz yere kızgın, öfkeli, kaygılı ya da çökkün olmak için, isteklerimizi saltık (mutlak) gereksinmelere, yeğlemelerimizi dayatmalara ve direnmelere, görece dileklerimizi zorunluluklara dönüştürüyor olabiliriz. İnsanların çoğu sorunu, içsel dayatmalarla ilişkili değilken, ruhsal sorunları genellikle böyle düşünmelerinden ve davranmalarından kaynaklanır.

Öfke, hiddet ve güceniklik duygularını ortadan kaldırmak için dayatmalardan uzak durmak ve korkunçlaştırmayı bırakmak gerekir. Değişik birçok yolla dayatmalarımız ve olayları korkunçlaştırdığımız olur. Başımıza gelen herhangi bir durumun korkunç olduğunu ve böyle olmaması gerektiğini (böyle olmamak “zorunda” olduğunu) kendi kendimize söylersek, ardından akılcı olmayan diğer birtakım düşünceler doğar. Bunlardan biri, “Buna dayanamam” ya da “Buna katlanamam” algısıdır. Böyle bir korkunçlaştırma şu tür deyişlerle kendini gösterir: “Bana haksız davranamazsın (davranmamak zorundasın), ancak böyle davranıyorsun; bana böyle davrandığında, ben buna katlanamam (buna dayanamam, buna gelemem).

İnandığımız herhangi bir düşünceye inanabildiğimiz gibi, inanmaya karşı da koyabiliriz. Olan biteni, başınıza gelenleri büyük ölçüde denetleyemeyebiliriz, ancak bunlara ne anlam yükleyeceğimizi, bunlarla ilgili olarak ne düşüneceğimizi denetleyebiliriz. Başkalarının davranışlarının haksız olduğu yargısına varsak bile ve bize kötü davranıldığı herkes tarafından kabul edilse bile, yapılanlara tepki olarak yeni birtakım düşünceler geliştirebiliriz:

  1. “Hiç hoşuma gitmeyecek olsa da bu haksızlığa dayanabilirim.”
  2. “Bu, oldukça kötü, ancak korkunç bir şey de değil.”
  3. “Bana haksız davranmamalarını yeğlerdim, ancak böyle davranmak ‘zorunda’ olmadıklarının da ayrımındayım.”
  4. “Alçak ya da aşağılık insanlar değiller, ancak insanların bana karşı, zaman zaman, alçak davranışlar sergiledikleri oluyor.”

Bu deyişleri, kendi iç konuşmamızda, kendi kendimize söyleyecek olursak öfkemizi denetim altına alabiliriz.

Özdenetim

Özdenetim (özdisiplin), istenmedik davranışlar göstermekten kaçınmak, istendik davranışları çoğaltmak ve uzun erimli amaçlarına ulaşabilmek için, kişinin gösterdiği tepkilerini değiştirebilme, ayarlayabilme ve kişinin kendini denetim altında tutabilme yeterliği olarak tanımlanır. Yapılan araştırmalar, özdenetimin sağlık ve esenlik için önemli bir etken olduğunu göstermiştir.

Sağlıklı beslenme, kilo verme, düzenli spor yapma, yapacağı işleri ertelememe, kötü alışkanlıklarını bırakma ve para biriktirme gibi konular, özdenetimin özellikle gerekli olduğu alanlar olarak sayılabilir.

Özdenetim kavramı için, halk arasında, özdisiplin, kararlılık, dayanıklılık, katlanabilirlik, sürdürebilirlik, istenç (irade) gibi deyişler de kullanılır.

Özdenetim, ayartılmamak, doğru yoldan çıkmamak ve amaçlarına ulaşmak için davranışlarını denetim altında tutmak; anlık haz almayı erteleyebilmek ve istenmedik dürtü ya da davranışlar gösterme eğilimine karşı koymak olarak da anlaşılabilir.

Amerika Psikoloji Birliği’nin (APA) yaptığı bir çalışmada, araştırmaya yanıt verenlerin % 27’si, kendilerini amaçlarına ulaşmaktan alıkoyan başlıca etkenin istençsizlik (irade gücü zayıflığı) olduğunu söylemiştir. Konu, ister okulu bitirme, ister kilo verme, isterse sigarayı bırakma olsun, önemli olan konu, birtakım tutum ve davranışlarını denetim altında tutabilmektir. Çalışmaya alınan kişilerin büyük bir çoğunluğu, özdenetimin, hem öğrenilebileceğine, hem de bunun güçlendirilebileceğine inandığını söylemiştir. Yapılan başka bir çalışmada da, okul başarısında, özdenetimin, zekadan daha önemli bir etken olduğu saptanmıştır.

Özdenetimin önemli bir yanı, anlık haz almayı erteleyebilme ya da istediğini elde edebilmek için bekleyebilme yeterliğidir. İnsanlar, çoğu zaman, dürtülerinin doyumunu erteleyerek, davranışlarını denetim altında tutabilirler. Sözgelimi, özel diyeti olan bir kişi, zaman zaman sağlıksız yiyecekler yeme isteğini baskılamak durumunda kalır. Sonuç olarak, anlık haz almayı ertelemesi gerekir.

Anlık haz almayı ertelemek demek, bir anlamda, uzun erimli ödüller almak için, kısa erimli istekleri bir yana bırakabilmek demektir. Yapılan araştırmalar, anlık haz almayı ertelemenin, yalnızca kişinin amaçlarına ulaşmasını sağlamakla kalmadığını, aynı zamanda onun genel yaşam başarısını ve esenliğini de olumlu yönde etkilediğini göstermiştir.

Walter Mischel’in, 1970’li yıllarda, okul öncesi çocuklarda yaptığı bir deneyde, çocuklara, önlerindeki şekeri (marşmelov) hemen yiyebilecekleri; ancak on beş dakika daha bekleyebilirlerse, kendilerine iki şeker verileceği söylenmiş. Bu deneyde, o anki haz duygusunu erteleyebilen, on beş dakika bekleyerek daha çok kazanç sağlayan çocukların, daha sonraki yaşamlarında daha başarılı oldukları gösterilmiştir.

Mischel, yaptığı araştırmalara dayanarak, anlık haz almayı erteleme yeterliğini açıklamak üzere, “sıcak ve soğuk düzeneği” olarak adlandırdığı bir düzenek tanımlamıştır. Buna göre, sıcak düzenek, istencin “duygusal ve dürtüsel” yanıdır ve bizi, duyduğumuz isteğe göre davranmaya iter. Bu düzenek baskın olunca, anlık isteklerimize yenik düşeriz ve olası uzun erimli olumlu etkileri göz önünde bulundurmaksızın, anlık davranırız.

Soğuk düzenek, istencimizin “akılcı ve düşünceli” yanıdır ve yaşadığımız dürtülere karşı koymak üzere, eylemlerimizin sonuçlarını göz önünde bulundurmamızı sağlar. Soğuk düzenek, bizi yaşadığımız dürtülerden uzaklaştıracak yollar aramamıza ve anlık isteklerimizle baş edebilmek için daha uygun yollar bulmamıza yardımcı olur.

Yapılan bütün çalışmalarda, özdenetimin sınırlı bir kaynak olduğu gösterilmiştir. Üzerinde çalışmanın, zamanla bunu güçlendirdiği bulunmuştur. Ayrıca, tek bir alanda özdenetim üzerinde odaklanmanın, başka alanlarda özdenetim göstermeyi güçleştirdiği de gösterilmiştir.

Araştırmacı psikolog Roy Baumeister’e göre, amaçlarına ulaşmanın önündeki tek etken istençsizlik (irade gücü zayıflığı) değildir. İnsanların amaçlarına ulaşma sürecinde üç önemli öğe tanımlanmıştır. Bunlardan birincisi, kişinin belirgin bir amacı ve değişme isteği olmalıdır. Sözgelimi, yalnızca kilo vermeyi düşünmek ve bunun için yeterince istekli olmamak, başarısızlıkla sonuçlanabilir. Oysa, kaç kilo vermesi gerektiğini bilmek ve bunun için çok istekli olmak, başarıyı da birlikte getirir. Öte yandan, yalnızca bir amaç belirlemek de yeterli değildir. Belirlenen bu amaca giden yolda atılan adımları, girişilen eylemleri de adım adım izlemek gerekir. Amaca ulaşmak için yapılması gerekenlerin, günden güne yapılıp yapılmadığının yakından izlenmesı gerekir. Ayrıca, bütün bu etkenlerin yanı sıra, kişinin istenci olmalıdır. Davranışlarını denetim altında tutabilmek, herhangi bir amaca ulaşmanın önemli bir ölçütüdür.

Özdenetim gücünün kısıtlılıkları olsa da, bu yeterlilik belirli birtakım yöntemlerle daha da güçlendirilebilir. Bu yollardan biri, ayartıcı etkenlerden kaçınmaktır. Dolayısıyla, gerekmedikçe özdenetim gücünü kullanmak durumunda kalınmaz. Bu, ister yeme, ister içme, ister harcama, isterse de istenmedik başka bir davranış olsun, ayartılmaktan kaçınmanın bir yolu, sağlıklı bir seçenek bulmaktır. Ayartılacakmış gibi olunduğunda, bir duş almak, yürüyüşe çıkmak, bir arkadaşını arayarak telefonda konuşmak, bir film izlemek, kişinin odağının yer değiştirmesine neden olur.

Diğer bir yaklaşım, önceden tasarlayarak hazırlıklı olmaktır. Böyle, ayartıcı bir durumla karşılaşınca ne yapılacağı önceden kararlaştırılır. Yapılan araştırmalarda, önceden ne yapılacağının tasarlanmış olmasının, öyle bir durumla karşılaşılınca, kişinin daha istençli davranmasını sağladığı gösterilmiştir. Sözgelimi, öğleden sonra büyük bir atıştırma isteği doğuyor gibi oluyorsa; öğle yemeğinde lifli, bol proteinli, tam tahıllı yiyecekler yenerek önceden önlem alınabilir.

Özdenetim gücü, kısa erimde tükeniyor gibi görünebilirse de, düzenli olarak, özdenetim gerektiren davranışlar sergilemek, zamanla istencin güçlenmesini sağlar. Özdenetim bir kas gibi düşünülebilir. Çalıştırıldıkça güçlenir. Aşırı çalışma, kas gücünü tüketirse de, o kası sürekli çalıştırma, zamanla kasın daha da güçlenmesini sağlar.

Tek bir kezde, birden çok amacının olması, genellikle etkin olmayan bir yaklaşımdır. İstenç gücünüzün bir alanda tükenmesi, diğer bir alanda özdenetim sağlamanızı güçleştirir. Dostoyevski’nin, Suç ve Ceza adlı romanında söylediği gibi, “Aynı anda birden çok tavşanın peşinde koşarsanız, hiçbirini yakalayamazsınız.” En iyisi, özgül bir amaç belirlemek, ona odaklanmak ve bütün içsel gücünü, önce bunun için kullanmaktır. Belirli bir amaca ulaşmak için gösterilmesi gereken davranışlar artık bir alışkanlık durumuna gelince, bunları sürdürmek için artık aynı ölçüde bir çaba gösterilmesi gerekmez. Daha sonra, özkaynaklarınızı yeni hedeflere ulaşmak için kullanmaya başlayabilirsiniz.

Özdenetimin, amaçlarınıza ulaşmanızı sağlıyor olduğu gibi, özdenetimsizliğin de benlik saygınız, eğitiminiz, işiniz, parasal durumunuz, ilişkileriniz ve genel sağlığınız ve esenliğiniz üzerinde olumsuz birtakım etkileri olabilir. Özdenetimi bırakmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını kendi kendine anımsatmak da, özdenetim sağlama çabalarınızı sürdürme isteğinizi güçlendirecek diğer bir etkendir…

Dış dünyayı yönetip yönlendirebilmenin ön koşulu, önce kendinizi, kendi dürtü, duygu, davranış ve düşüncelerinizi yönetip yönlendirebilmektir. Kendi yolunuzu, siz kendiniz çizemezseniz, başkaları size bir yol çizer…

Özgürlük

En önemli özgürlüğümüz, seçimler yapabiliyor olma özgürlüğümüzdür…

Biri dışında bütün özgürlüklerimiz elimizden alınabilir. Hangi koşulda nasıl tepki göstereceğimize ilişkin özgürlüğümüz hiçbir zaman elimizden alınamaz.

İnsanları hayvanlardan ayırt eden en önemli özellik, insanların içgüdülerine göre davranmanın ötesinde bir seçim yapabilme yeterliklerinin de olmasıdır. Dürtülerimizle tepkilerimiz arasında, en büyük gücümüz olan seçme özgürlüğümüz vardır. İnsanlar bu yeterliklerini öne çıkarmazlarsa, dolu dolu yaşamak yerine, yalnızca bu evrende varolabilirler.

Daha iyi bir yaşam kurabilmeleri için insanların seçim yapabileceklerinin ayrımına varmaları gerekir. Ancak ne yazık ki çok az insan, seçim yapabileceğinin ayırdındadır, yalnızca içinde bulunduğu koşulların tutsağıymış gibi davranır, çünkü ya koşullarını değiştirmeyi seçme özgürlüğü olduğunun ayrımında değildir ya da koşullarını değiştirmeye kalkışacak denli yürekli değildir ve bunları yapmamak için hep birtakım özürleri vardır. Kendisine dayanak olacak kimse yoktur, yeterince parası yoktur, yeterince zamanı yoktur, koşullar değiştirilemeyecek denli kötüdür, kendini iyi hissetmemektedir vb., vb. Ancak gerçekten yapmaları gereken, başka birtakım seçimlerinin olduğunu görmeleridir. Gerçekte insanlar, şansa bağlı olarak değil, yaptıkları seçimlere göre yaşarlar. Önemli olan başımıza gelenler değil, başımıza gelenler karşısında bizim ne düşündüğümüz ve nasıl davrandığımızdır.

Gün içinde birçok seçim yapmak durumunda kalırız. Bu seçimleri biz yapmazsak, başkaları ya da koşullar bizim adımıza yapar. Önemli olan seçim yapabileceğinin ayrımında olmak ve doğru seçimler yapabilmektir. Yanlış seçim yapmaktan korkup seçim yapmayı sürüncemede bırakmak da bir seçimdir, ancak çoğu zaman bu doğru bir seçim olmaz. Bilinmesi gereken, yapılacak her seçimin sonuçlarına göre değerlendirilebileceği, neredeyse hiçbir seçimin “dünyanın sonu” olmayacağı, gerektiğinde değiştirilebileceğidir. 

İnsanların en büyük yanlışlarından biri “-meli, -malı”larla düşünmeleridir. Okula gitmelidirler, işe gitmelidirler, işlerini bir düzene koymalıdırlar, askere gitmelidirler, evlenmelidirler, -melidirler, -malıdırlar… Ancak daha doğrusu, gerçekte hiçbir zorunluluğun olmadığıdır. Birtakım görevleri yerine getirmek önemli olabilir, birtakım işleri yapmak gerekebilir; ancak hiç kimse bunlara yapmak zorunda değildir, yapmayı istediği için yapıyordur, diğer bir deyişle yapmayı seçtiği için yapıyordur. 

Bu sözler karşısında, istemediğiniz birçok şeyi yapmak “zorunda” olduğunuzu söyleyecek gibi olabilirsiniz. Ancak, istemediğimiz bir şeyi bile, kendimiz yapmayı seçtiğimiz için yapıyoruz, çünkü yapmıyor olmanın istenmedik sonuçlarıyla karşılaşmamak için onu yapmayı seçen yine biz, kendimiz oluyoruz. İnsanların özgür iradeleri vardır ve hiç kimse bunu onların elinden alamaz. Dolayısıyla ne zaman istersek, yaşamımızın akışını değiştirebiliriz, çünkü her ne yapıyorsak, biz onu istediğimiz için yapıyoruz. Yaptıklarımızı bir seçim sonucu yaptığımız gerçeğini anlayınca, kendi yaşamımızla ilgili olarak daha çok sorumluluk almaya ve yaşamımız üzerinde daha etkin bir denetim sağlamaya başlarız.

Bizler, yaptığımız seçimlerin yarattığı sonuçlarız…

Ruh Sağlığı

Ruh sağlığının yerinde olmasının birtakım ölçütleri vardır. Bunlar:

• Kendine ilgi gösterme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler kendileriyle ilgilidirler. Önemsedikleri insanlar için özveride bulunurlar, ancak bunu kendilerini hiçe sayarak yapmazlar.

• Topluma ilgi gösterme: İnsanlar, topluma karıştıkları zaman daha mutlu olurlar. Törel (ahlaki) değerleri göz önünde bulundurmazlarsa, başkalarının haklarını da korumazlarsa, içinde yaşadıkları toplumun sağlıklı bir biçimde sürüp gitmesi için işbirliği içinde olmazlarsa, mutlu bir yaşam süremeyeceklerini bilirler. “Dürüstlük, kendimize biçtiğimiz değerdir.”

• Kendi kendini yönetip yönlendirebilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, kendi yaşamlarının sorumluluğunu taşırken, eşzamanlı olarak başkalarıyla da işbirliği içinde olmak isterler. Sürekli olarak başkalarının kendilerine dayanak olması beklentisi içinde olmazlar.

• Katlanabilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, hem kendilerine, hem de başkalarına yanlış yapma hakkı tanırlar. Kendilerinin ya da başkalarının bir davranışını beğenmeyecek olurlarsa, kendilerini ya da başkalarını yerine dibine batırmaktan kaçınırlar. Değiştirilebilecek şeyleri değiştirmeyi, değiştirilemeyecek şeyleri olduğu gibi kabul etmeyi ve bunlara katlanmayı, değiştirebilecek ya da değiştirilemeyecek olan şeyleri birbirinden ayırt edebilecek denli akıllı bir tutum izlemeyi bilirler.

• Kendini olduğu gibi kabul etme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, yaşıyor olmaktan ötürü mutludurlar ve yaşam sevinci duyarlar. Kendilerine biçtikleri değeri, sağladıkları başarılara göre ya da başkalarının kendileriyle ilgili olarak ne düşündüğüne göre ölçmezler. Kendilerini herhangi bir dış koşula bağlı olarak değil, koşulsuz olarak kabul ederler ve kendilerini “derecelendirme”ye kalkmazlar. Sürekli olarak kendilerini yaşamda kanıtlamaya çalışmaktansa, yaşamdan ve yaşadıklarından sevinç duymayı öğrenmişlerdir. “Kendinizle arkadaş olursanız, hiçbir zaman yalnız kalmazsınız.”

• Esneklik gösterebilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, düşüncelerinde esnektirler, değişmeye açıktırlar. Bir inanca, bir öğretiye aşırı ölçüde bağlanıp, ondan başkasını düşünemeyen, ondan başka her öğretiye, her inanışa karşı olan, bağnaz insanlar değildirler. Kendileri ve başkaları için, hiç değişmeyecek, katı kurallar koymazlar.

• Bilimsel düşünebilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, olmayanlara göre, daha nesnel, daha gerçekçi bakış açıları olan, daha bilimsel düşünebilen kişilerdir. Derin birtakım duygular yaşayabilirler ve bu duygularına göre davranabilirler, ancak duygularını yönetme becerileri vardır.

• Belirsizlikleri ve bilinmezlikleri kabul edebilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, olasılıklar dünyasında yaşadıklarının ayrımındadırlar ve salt kesinliklerin olmadığını ve hiçbir zaman da olmayacağı gerçeğini kabul etmişlerdir. Böyle olasılıklarla dolu ve belirsizlikler taşıyan bir dünyada yaşamanın kötü olmadığını da kabul etmişlerdir. Belirli bir düzen içinde yaşamaktan mutlu olurlar, ancak geleceğin onlara ne getireceğini ya da gelecekte tam olarak ne olacağını kesin bir biçimde bilemiyor olmaktan bir rahatsızlık duymazlar.

• Yaratıcı etkinlikler içinde olma: İnsanlar, kendilerinin dışında, kendilerini unuturcasına ve kendilerinden geçercesine katıldıkları “akış” etkinliklerinden mutluluk duyarlar. Yaratıcı bir ilgi alanlarının olması, insan katılımının yüksek olduğu bir etkinlikte bulunmaları onları mutlu eder. “Akış” yaşantısı, insanların kendilerini, başka hiçbir şeyi umursamayacak denli, bir etkinliğe kaptırmaları, “kendinden geçme” yaşantıları olarak tanımlanır. Akış yaşantısı, insanların yaptıkları işi, yalnızca o işi yapma adına yapmayı sürdürdükleri zaman eriştikleri zihinsel bir durumdur. Akış yaşantısı sırasında, zaman duygusunun, saatin gerçek ilerleyişi ile ölçülen zamanla ilişkisi çok azdır.

• Göze alabilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, başaramama olasılığı olsa bile, yapmak istediklerini yapmayı göze alabilirler. Gözü kara değildirler, ancak göze alabilmeyi bilirler. Görebilmek (vizyon), göze alabilmek (risk almak) ve göğüsleyebilmenin (güçlükler karşısında yılmamak) başarılı olmanın ön koşulları olduğunu bilirler. “Engeller, gözümüzü hedeften ayırdığımız zaman gördüklerimizdir.”

• Uzun erimli bir mutluluk arayışında olma: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, içinde bulundukları andan zevk almayı bilirken, gelecekteki günlerden de zevk almak üzere gerekli önlemleri alırlar. Yalnızca o sırada zevk almak uğruna, geleceklerini düşünmezlik etmezler. Hem bugünü, hem de yarını düşünmek durumunda olduklarını bilirler ve yalnızca anlık doyum almaya dönük davranışlardan uzak durmaya çalışırlar.

• Yaşadığı duyguların sorumluluğunu alabilme: Ruh sağlığı yerinde olan kişiler, yaşadıkları duygulardan başkalarını sorumlu tutmazlar; bunlar için başkalarını suçlamazlar. Dünyayı değiştirmek yerine, kendi dünyalarını değiştirmenin daha doğru olduğunu bilirler. Ancak kendi tutumlarını değiştirecek olurlarsa, başkalarının kendilerine karşı olan tutumlarını değiştirebileceklerini bilirler. Oturdukları yerden başkalarının ya da dünyanın değişmesini istemenin boşuna bir çaba olduğunu bilirler.

Mutlu insanlar, yaptıklarından zevk alan, sahip olduklarıyla doyuma ulaşmış, geçmişinden sürekli pişmanlık duymayan ve geleceğe güvenle bakan insanlardır.

Mutluluk, toplumsal sıradanlığın edilgin bir parçası olmaktan çok, kendi özgünlüğümüzü ortaya koymakla, bu yolda etkin bir çaba göstererek, kendimizi gerçekleştirmekle sağlanır…

Sağlıklı ve Sağlıklı Olmayan Duygular

İnsanların yaşadıkları duygular, sağlıklı ve sağlıklı olmayan duygular olarak ikiye ayrılabilirler. Sağlıklı duygular, akılcı düşünme sonucu ortaya çıkan duygulardır, işe yarar birtakım sonuçlar doğururlar ve gerçekçi birtakım çözümler sağlarlar. Oysa sağlıklı olmayan duygular, akılcı olmayan bir biçimde düşünme sonucu ortaya çıkan duygulardır, işe yarar olmayan birtakım sonuçlar doğururlar ve gerçekçi çözümler bulmayı engellerler. Sağlıklı olmayan duygular arasında çökkünlük (depresyon), kaygı ve bunaltı (anksiyete), öfke, suçluluk, çekemezlik gibi duygular vardır.

Bu gibi duyguların gerisinde yatan akılcı olmayan düşüncelerin birtakım özellikleri vardır. Bu düşünceler abartılı ve esnek olmayan, dayatılan (-meli, -malı) düşüncelerdir. Sözgelimi “Her ne olursa olsun başarılı olmalıyım. Başarısız olmam değersiz olduğum anlamına gelir” deniyor olabilir. Akılcı olmayan düşünce, karşılaşılan olayla ilgili olarak yapılan çarpık bir değerlendirmedir. Sözgelimi, “Biliyorum, ben buna katlanamam” deniyor olabilir. Akılcı olmayan düşünce, duygusal çıkarımdan köken alan bir düşüncedir. Akılcı olmayan düşüncenin doğru ve gerçek olduğunun kanıtı, kişinin öyle hissetmesi olarak gösterilir. Dolayısıyla, duygularından yola çıkarak kişi içinde bulunduğu durumu “korkunç” olarak görebilir.

Oysa akılcı düşünme, yeğlemeye (tercih etmeye) dayalı esnek bir dünya görüşünden köken alır. Olaylara esnek bir bakış açısı getirir ve olayları elde edilen kanıtlara göre değerlendirir. Katlanma (dayanma) eşiği algısını yüksek tutarak bir değerlendirme yapar. Sözgelimi, “Belki istenmedik bir durum, ancak korkunç bir durum değil, buna katlanabilirim” denebilir. Ayrıca kendini ve başkalarını “koşulsuz kabul”e dayanır.

Çağdaş psikoterapiler, yaşamla ilgili dayatmalarımızın, yaşamın nasıl olması gerektiğiyle ilgili “olmazsa olmaz”larımızın ruhsal sıkıntı kaynağı olabileceği gerçeğini görmeyi ve bu bakış açısını değiştirmeyi, yaşamdaki öngörülemezlikleri ve belirsizlikleri kabul etmeyi, katlanabilirlik algısını yüksek tutarak “korkunçlaştırma”nın önüne geçmeyi, ayrıca kendini ve başkalarını “olduğu gibi” kabullenme gereğini görmeyi amaçlar…

Sevebilme Yeterliliği

Ünlü psikolog Erich Fromm, kendi içimizde bir bütünlük algısı yaratabilmemizin yolunun, ayrı bir birey olduğumuzu anlamaktan, diğer bir deyişle, kendimizin, çok kendimize özgü bireysel kimliğimizi bulmaktan geçtiğini söylemiştir. Bunu, kendi görüşlerimizle ilerleyerek, kendi tutkularımızı ayırt ederek ve yaratıcı amaçlar peşinde koşarak sağlayabileceğimizi ileri sürmüştür. Çünkü, ona göre, yaratıcılık, belirsizliklerden kurtulmayı isteme yürekliliğini göstermeyi gerektirir.

Fromm’a göre, insanların kendi başlarına kalmışlıktan kurtulabilmelerinin yollarından biri sevebilme yeterliğidir. Fromm’un sevgi kavramı, bu sözcüğe verilen genel anlamdan çok daha değişiktir. Ona göre, sevgi, bir duygu olmadığı gibi, sevilebilecek bir nesne olup olmadığına da bağlı değildir. Ona göre, sevgi, kişinin kişiliğinin bir bölümü olarak etkin bir biçimde geliştirmesi gereken, kişilerarası bir yaratıcılık yeterliğidir. Bunun bir tutum olduğunu söyler. Kişinin dünya ile ilişiğini belirleyen bir kişilik özelliği olduğunu söyler.

Fromm, bir başkası için kişisel sevgi bağlamında, sevginin başlıca ilkelerinin, ilgi, özen, sorumluluk, saygı ve bilgi olduğunu ileri sürer. Bilgi derken, diğer insanların gerçekten ne istediklerine ve ne’ye gereksindiklerine ilişkin nesnel bilgi sahibi olmayı söylemek istemektedir. Sevgi, ancak, kendimizin ve bir başkasının, ayrı biri olmasına, eşsiz ve biricik olmasına saygı göstermekle sağlanabilir. Bir ilişki, bir bağ kurabilme yeterliğinin yolu budur. Sevgi, diğer kişiye bir birey olarak saygı göstermeyi gerektirir ve bu da, kişiliklerin karışmasına değil, özerkliklerin tanınmasına bağlıdır. Birlikte ve bir arada olma isteği taşırken sevmeye çalışıyoruz, ancak ilişkilerimiz sevgisiz bir dengesizlikle sonuçlanıyor demektedir. Sevdiğimizi düşünüyoruz, ancak gerçekte bir başka uymacılık (konformizm) biçimi arıyor olabiliyoruz. Gerçekte, “Seni seviyorum” derken,  “Kendimi sende görüyorum”, “Senin gibi olacağım” ya da “Seni sahipleneceğim” demek istiyoruz. Severken, kendi “biricik”liğimizi yitirmeye ya da bunu bir başkasından almaya çalışıyoruz. “Bir olmuş” gibi görünmeyi çok istemek, bunun için yanıp tutuşmak, kendi yansımamızı başkasında görmek istememize neden olmakta ve kendi kişilik özelliklerimizi bir başkasına yapay olarak yüklemeye çalışmamıza yol açmaktadır. Fromm’a göre sevmenin tek yolu, özgürce sevmektir; bir başkasının tümüyle ayrı bir birey olduğunu kabul etmektir; diğer kişinin değişik görüşlerine, tercihlerine ve inançlarına saygı göstermektir. Sevgi, bir kişinin, bir başkasının kalıbına girmesiyle sağlanamayacağı gibi; sevgi, tam bir “eşleşme” demek de değildir. Fromm’a göre sevgi, kişinin kendi dışında, bir başka kişi ya da nesneyle, kendisinin ayrı biri olma özelliğini ve kendi benliğinin bütünlüğünü koruyarak birleşmesidir.

Çoğu insan, başkalarınca kabul edilebilmek için çok emek ve zaman harcar, sevilmek ve özlenmek ister. Ancak bu boşuna bir çabadır, çünkü ancak güçlü bir benlik algısı olan kişiler ve dış dünyayı algılayışları ve yorumlayışlarıyla sağlam bir duruşu olan kişiler, başkalarına özgürce verici olabilirler ve gerçek bir sevgi gösterebilirler. Sevebilmektense sevilmeyi, verebilmektense sürekli almayı bekleyenler düş kırıklığına uğrarlar. Bu insanlar, bütün iyi şeylerin kaynağının kendi dışlarında olduğuna inanırlar ve hep elde etme beklentisi içinde olurlar. Oysa, alışılageldik değerleri körü körüne benimsemektense, kendi özgür benliklerini yaratabilenler, kendi kişisel görüşlerini oluşturmuş ve özdeğerlerini bulabilmiş olanlar, diğer bir deyişle kendi bireyselliklerini ve kendi özgün kimliklerini kazanmış olanlar, gerçek kendileri olabilenler ve kendi içlerinde sevebilme yeterliği gösterenler için yaşam bir anlam taşır…

Yalan Söyleme Hastalığı

Mitomani ya da düşlemsel yalan söyleme (pseudologia fantastica) olarak da bilinen “yalan söyleme hastalığı”, zorlantılı bir biçimde ya da alışkanlık haline gelmiş, süreğen yalan söyleme tutumudur. Birilerinin duygularını incitmemek için ya da birilerini zor duruma düşürmemek için söylenen “beyaz yalan”lardan değişik olarak, hastalıklı yalan söyleyenlerin, ortada görünür bir nedenleri ya da görünür bir çıkarları yoktur.

Yalan söyleme hastalığı olanların anlattıkları öyküler genellikle çok çarpıcı, çok renkli, karmaşık ve ayrıntılıdır. Bu kişilerin söyledikleri yalanlar, bir baskı altında söyleniveren yalanlar değil, uzun bir süredir söylenegelen yalanlardır. Bu kişiler, anlattıklarıyla çok inandırıcı olabilirler. Genellikle kendilerini bir “kahraman” ya da bir “mağdur” (kendisine büyük haksızlık yapılmış bir kişi) olarak tanımlarlar. Anlattıklarıyla başkalarında büyük bir hayranlık, ilgi uyandırmaya ya da başkalarınca kabul görmeye ya da kendilerini acındırmaya çalışırlar. Kimi zaman, söyledikleri yalanlara kendileri de inanıyor gibidirler. Bu kişiler, genellikle, yaratıcı ve hızlı düşünen kişilerdir ve konuşma sırasında uzun süreli duraklama ya da göz iletişiminden kaçınma gibi, yalan söylemenin birtakım bulgularını genellikle göstermezler. Kendilerine bir soru yöneltildiğinde, konunun özüne inmeden ya da sorulan soruya doğrudan bir yanıt vermeden çok konuşabilirler.

Herkes zaman zaman yalan söyler. Yapılan çalışmalarda, günde, ortalama 1,65 kez yalan söylendiği bulunmuştur. Bu yalanların çoğu da “beyaz yalan”lardır. Bunlar, sıradan uydurmalardır, genelde zararsızdırlar, altlarında kötü bir niyet yoktur ve genelde, başkalarının duygularını incitmemek ve onları zor durumda bırakmamak için söylenirler. Sözgelimi, giyilen giysinin kendisini şişman göstermediğini söylemek, toplantıdan çıkmak için başının ağrıdığını belirtmek, işe neden geç geldiğini açıklarken bulunan özür genellikle beyaz birer yalandır.

Hastalıklı yalanlar, sık sık ve zorlantılı bir biçimde söylenen yalanlardır, bir çıkar sağlamak için söylenmezler ya da söylenmeleri için ortada görünür bir neden yoktur, sürekli söylenirler ve bu yalanları söyleyenler, yalan söylediklerinin anlaşılacağından korkmazlar ve bu yalanları söyledikleri için de bir suçluluk duymazlar. Yaşamadığı bir olayı yaşamış gibi anlatmak, göstermediği bir başarıyı göstermiş gibi sunmak, gerçekte olmayan, ölümcül bir hastalığının olduğunu ileri sürmek ya da başkalarını etkilemek için, ünlü biriyle yakın tanışıklığının olduğunu söylemek, bunun için verilebilecek örneklerdendir.

Yalan söyleme hastalığı olanları ayırt etmek her zaman öyle kolay olmaz. “Gerçek olamayacak denli iyi ya da sıra dışı” gibi görünen anlatımlar, genelde insanda kuşku uyandırırlar, ancak bunlar öyle kolay anlaşılamaz. Anlamak için birtakım ipuçları vardır. Genellikle, bu kişiler, kendilerinin “kahraman”ı olduğu birtakım yaşantılardan ve başarılardan söz ederler; anlattıkları başka birtakım öykülerde de, kendilerine acınması için, kendilerini “mağdur” olmuş gibi sunarlar. Anlattıkları öyküler çok kapsamlı ve ayrıntılıdır. Sorulan sorulara çok hızlı bir biçimde, özenle yanıt verirler, ancak verdikleri yanıtlar genellikle belirsizdir ve sorulan soruya karşılık olmaktan çok uzaktır. Ayrıntıları unutacakları için, aynı öyküyü daha sonra daha değişik bir biçimde anlatabilirler. Söyledikleri yalanla yüzleştirilecek olurlarsa, bunu yadsıma eğiliminde olurlar ve birden öfkelenirler, ardından nasıl böyle bir suçlama yapılabildiğini büyük bir şaşkınlıkla karşılıyor gibi görünürler.

İnsanların yalan söylediklerinin en önemli göstergeleri olarak, önemli birtakım ayrıntıları söylemekten kaçınmaları ve birtakım konularda belirsiz konuşmaları, kendilerine sorulan sorulara yanıt vermeden önce sorulan soruları yinelemeleri, bölük pörçük cümleler kurmaları, konunun üzerine gidilince özgül birtakım ayrıntıları veremiyor olmaları ve saçıyla oynama ya da parmaklarını dudaklarına bastırma gibi birtakım vücut dili belirtileri gösteriyor olmaları, ses tonlarının güvensiz olması gibi belirtiler sayılabilir.

Böyle bir yalancı ile karşılaşınca, bunu kişisel olarak almamak gerekir; çünkü bu tür yalanlar, çok büyük bir olasılıkla, altta yatan bir kişilik bozukluğunun, bir konuda duyulan yoğun bir kaygının ya da benlik saygısı düşüklüğünün bir dışavurumudur. Bu kişilere, başkalarını etkileme gereğinin olmadığı, kendilerine “oldukları gibi” değer vermeye hazır olunduğu söylenebilir. Bu kişilere, söyledikleriyle ilgili olarak birtakım sorular yöneltilecek olursa, belirli bir aşamada artık yalan söylemeyi bırakmak durumunda da kalabilirler.

Yalan söyleme hastalığı olanlara tanı konurken, ilk aşamada, bu kişilerin yalan söylediklerinin ayrımında olup olmadıklarını ya da söylediklere yalanlara kendilerinin de inanıp inanmadıklarını belirlemek gerekir. Önemli olan, bu kişilerin hangi içsel güdülerle böyle bir yola başvurduklarının anlaşılması ve bu konunun ele alınmasıdır. Çünkü, bu tür yalanlar, dışsal nedenlerden çok, içsel nedenlerle (kişinin kendisinden kaynaklanan nedenlerle) söylenen, bir gereksinmeyi karşılayan yalanlardır. Bunlar da, en iyi, psikoterapi sürecinde anlaşılır…